16 Ağustos 2013 Cuma

99 DEPREMİ


99 depremiyle ilgili bir takım iddialar dolaşıp durdu ortalıkta, ama ciddiye alıp da bu iddiaların üstüne giden olmadı, olduysa da… ya bir sonuca varılamadı ya da ben iyi takip edemedim. Bu depremden sonra Deprem Dede unvanını alan rahmetli Ahmet Mete Işıkara’nın, dönemin başbakanı yine rahmetli Bülent Ecevit’e öyle bir iddianın gerçek olamayacağını söylediğini anımsıyorum.  Fakat iddialar, Amerika’nın ve İsrail’in yıllardır yapıp ettikleriyle karşılaştırılınca, bunlara “Hadi canım sen de, asla olamaz böyle bir şey, bu da başka bir komplo teorisidir.” demek de müzmin septiklerle internet sayesinde kuşkuculuğunun boyutu günden güne paranoyaya evrilen birçok insan için çok mümkün değildi.(1)
 “Ölüp giden bebeklerle çocukların suçları neydi peki?” diye sormayan bir takım aklı evvele göre de bir tür cezaydı bu deprem.   
Şuydu ya da buydu, ama sallanıp devrilen yerlerden biri de İstanbul olunca acıyı herkes duydu, yoksul-varsıl herkes çaresizlikte eşitlendi, herkes, herkesin çaresizlikte eşitlenmesine şaştı. Yurt içi yurt dışı ayağa kalktı, herkes Marmara’ya yardıma koştu…
Deprem, bütün küçük hesapları ikinci plana iterek öne çıktı.
Şehirler günlerce dayanışma, yardımlaşma, paylaşma koktu.
Ancak… Depreme, göz, böbrek vb. organların mafyalarıyla altın diş, bilezikli kol telaşına düşen lağım fareleri de koştu. Halkların yardımını iç etmek için koşanlar da oldu. Her yerde ve her zaman olduğu gibi bu koşanlar arasında da iyiler ve kötüler vardı.
Depremde ölenlerin sayısı, halkı yalanla uyutma çarkına uysun diye kamuoyuna yanlış aktarıldı, eksik açıklandı. Ama şehirler, Adapazarı, Yalova, İzmit, İstanbul günlerce korku koktu, ölü koktu, ölüm koktu.
Tedbirsizlik ve müteahhitlerin para hırsları lanetlendi. İnşaatları denetlemeyen ya da her türlü çürük yapıya rüşvetle ‘olur’ veren belediye-ci-ler es geçildi, lanetlenenler listesine alınmadı.
6286 kişi ihmalden yargılandı, depremin faturası Veli Göçer adlı bir müteahhide çıkarıldı. Çınarcık’ta yaptığı yazlıklar, 17 Ağustos depreminde 195 kişiye mezar olan bu müteahhit, 7.5 yıl sonra tahliye edildi.(2)
Evleri depremin değil, malzemeden çalmanın yıktığı anlaşıldı, 2001 yılında yeni bir Deprem Yönetmeliği çıkartıldı. Ancak, 2001 Afyon depreminde yeni yapıldığı için neyse ki içine kimsenin taşınmamış olduğu apartmanlar çöktü. Bir yerlerde bir deprem anıtı çöktü.
“Sesimi duyan var mı?” cümlesi o zalim geceden, 16 Ağustos 1999’u 17 Ağustos 1999’a bağlayan geceden sonra anlam değiştirdi, birden bire çok önem kazandı, o cümleyi duyan gözler canlandı, cümle can kazandı.
Oğlum yedi yaşındaydı. Yurt dışındaki evine dönmek için deprem şehirlerinden geçerken yıkık evleri, çaresiz insanları gördü… Başını koltuğa gömdü, aşağı inmedi, pencereden bakmadı, kimseyle konuşmadı. “Türkiye” denilince yıllar yılı hep depremi anımsadı; onun için Türkiye demek deprem demek oldu.
On dört yıl önce bu gece, şu saatlerde, resmi raporlara göre 17.480, resmi olmayan bilgilere göreyse yaklaşık 50.000 insan enkaz altında; yetmiş milyon insan ise toprak üstünde ya ölü ya yaralı ya da yürekten yaralıydı…
                                                                                                                                         Aysel Korkut
KAYNAKÇA:
(1)    Komplo teorisi: https://eksisozluk.com/entry/1935236




14 Ağustos 2013 Çarşamba

SÖZCÜKLER



“Her şeyin kullanılmamışını bulmak mümkün; az kullanılmışını, çok kullanılmışını, hor kullanılmışını, özenli kullanılmışını, hiç kullanılmamışını. Satılmamışını, yatılmamışını, bir köşede unutulmuşunu...  Yenisi geliverince hükümsüzleştiği için kullanılmadan çatı katına kaldırılmışını, alınırken aceleye getirilip, eve götürülünce beğenilmediği için hiçbir gün öncelik sırasında yer alamamışını, özelliklerinden dolayı tenezzül edilmemişini... Gözden sakınıldığı için kullanmaya kıyılamamışını, koklamaktan ötesine cesaret edilememişini, yanına yaklaşılamadığı için dokunulamamışını...
Evet, her şeyin kullanılmamışını bulmak mümkün; uzaktan bakılanını, özlemle anılanını, ulaşılamayınca mundar olanını, kayda değer bulunmayanını, satın alınamayanını, gönlü edilemeyenini, sahip olunamayanını... Bulmak mümkün.
Sözcüklerin peki?  Bu “her şey” içinde sözcükler de var mı?
Özenli kullanılanı, özensiz kullanılanı, sevgi sözüyken küfür gibi duranı; küfürken sevgi anlatanı... göz oymak istermiş gibi bir etki bırakanı;  gerçekte göz oymak isterken süslenip püslenip riyaya bulaştırılanı, istenen şey elde edilene kadar cicimlerle donatılanı,  bağırtanı, çağırtanı, kahkahayı ağlatanı, gözyaşını güldüreni, hüzünlendireni, az düşündüreni, çok düşündüreni, düşünmeden ağızdan çıkıvereni, düşüne düşüne, ölçüle biçile söyleneni;  “ayı”yı “dayı” diye seslendireni... Ortamı sulandıranı, yalana batırılanı, caydıranı, ayak kaydıranı, yoldan çıkartanı, duyanı kararlı kılanı, güce güç katanı, kendini bulduranı, saçını yolduranı, sevince boğanı, derinden sarsanı, insanı aklını oynatmaya kadar getirip oracıkta bırakanı ve hatta çıldırtanı... Kendinden kaçırtanı, kendine çağıranı, dağıtanı, toplayanı, toparlayanı, havalara uçuranı, yay gibi gereni, düşüreni, kaldıranı, insanı katil yapanı, yılanı deliğinden çıkartanı... Yatıştıranı, barıştıranı, küstüreni, düşman edeni, mide bulandıranı, kandıranı, ikna edeni, sevdireni, özleteni, bıktıranı, nefret ettireni, coşturanı, korkutanı, yıldıranı, sindireni, tövbe ettireni, imana getireni, imandan ettireni, rüyalara gireni, tehdit edeni... Kulaklarda hoş bir tını bırakanı, özlemle anımsananı, duyulmak istenmeyeni, unutulanı, unutulmak isteneni, unutturanı, unutulmayanı;  tuş edeni, tuş ettireni, pes dedirteni, öldüreni, böleni, bütünleyeni, bitireni, başlatanı, birleştireni, ayıranı, yücelteni, yerin dibine batıranı...
İyi niyetli, ya da kötü niyetli kullanılanı, sevileni, sevilmeyeni, hakkı yenileni, kadri bilineni, hak ettiğini bulamayanı, bulduğunu bilemeyeni, bilip de söylemeyeni, söylemek isteyip de beceremeyeni, kullanılmaktan kaçınılanı, ağzın içinde yuvarlananı, kullanılmaya doyulamayanı, dillendirmeye kıyılamayanı, bal damlatanı, zehir saçanı, ödül vereni, ceza dağıtanı... Sonuçta bir şekilde kullanılanı... Az ya da çok... az ya da çok... az ya da çok...
Hiç kullanılmamış sözcük yok. Yok. Yok.”


“Ben bir yazarım.” dedi kadın. “Ama yazmıyorum.”
“Peki neden yazmıyorsun?”
“Kullanılmamış sözcük bulamadığım için!”
“Kendi kendinle konuşmaya başladın da ondan.” dedi kadına kendi sesi. “Kendi kendinle konuşmayı sever oldun son zamanlarda. Aynalarda değil canım, yolda, sokakta, klavye başında, telefonda birileri ile konuşuyorken falan da...  hatta azıtıp bankamatiklerle, web sayfalarıyla, şiir siteleriyle, boş mail kutularıyla, ekranda vara yoğa konuşup duran, sözcükleri savurganca harcayan ve seni kızdıran adamlarla... Eskiden birileriyle konuşmayı ama niyeyse yüksekten yüksekten konuşmayı severdin, şimdi sadece bakıyorsun, sonra da ekran koruyucunla konuşuyorsun.”
“Hayır.” dedi kadının öbür sesi. “Sözcüklerimi kendime saklıyorum ben. Onlara kıyamıyorum. Konuştuğum zaman uçup gideceklerini sanıyorum. Uçup gideceklerini ve bir daha bana dönmeyeceklerini. Artık her birinin benim tarafımdan kullanılmış ve eskitilmiş olacağını da düşünüp korkuyorum bazen. Ne eskimelerini, ne de uçup gitmelerini istiyorum.  Onları kırmak, incitmek, ürkütmek, acıtmak istemiyorum.  O söylediğin şeylerle konuştuğum gerçek değil, sen uyduruyorsun onları.”
“Kullanmak istemiyorsan, bir gün,  bir köşede unutacaksın demektir. Herkes ihtiyarlayınca unutur sözcüklerinin çoğunu.”
“Ben yaşlanacağım ama ihtiyarlamayacağım. Sözcüklerimi unutmadan öleceğim.”
“Ah ne hoş! Kendinle birlikte gömülsünler diye mi kıyamıyorsun? Onların hepsi zaten defalarca kullanılmış senden önce. Sen kullanmasan kimin umurunda? Hem ne işe yarar ki kullanılmayan sözcük? Sözcükler kullanılmak için değil midir? Onlar, biz kullanalım diye varlar sayın bayan.”
“Kurban kesen insanların savı gibi senin savın da. Kurbanlık koyunlar biz kesip yiyelim diye yaratıldılar dercesine söyledin, onlar biz kullanalım diye varlar sözünü.”
“Acıktın sen, söylemeye acıktın ama söylemiyorsun. Haftalardır yemek yememiş bir insan kadar açsın oysa sözcüklerine. Hadi ye artık yemeğini.”
“İçine bir avuç acı biber katılmış senin yemeğinin. Kaldır onu önümden. Haftalardır aç da olsam böylesi bir acıyı yiyemeyeceğimi bilmez misin sen benim?”
““Kemalettin Tuğcu okuyarak büyümüş zavallı kurban nesilden bu da.”  derler bu sözlerini duyanlar, acılardan söz etme. Yemene bak sessizce.”
“Acı varsa acıdan söz edilir, acı dilini damağını yakıp kavuruyorken tatlıdan söz edemezsin. Etsen bile ihanet olur bu.”
“Bilgeliğe soyunmak anlaşılan senin niyetin. İstersen sen de bir mağaraya git ve inzivaya çekil diyeceğim ama bunu yaparsan beni de sürüklemiş olursun oralara. Doğrusu ya hiç işime gelmez bu. Dünya nimetlerinden yararlanmak varken, gidip de ilk insanlar gibi yaşamayı kim ister?”

“Ben isterim. Ve eminim bunu isteyecek başkaları da var.”