17 Aralık 2013 Salı

Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar







Çok ince atasözlerimiz olduğu gibi çok kaba atasözlerimiz de var. Ayrımcılık yapan, ötekileştiren, ötekileştirdiğiyle alay eden, onu aşağılayan, bazen de yücelten... türlü türlü atasözü...   Bunlardan bazıları hayvanları aşağılıyor, bazıları engelli, bazıları ırk, bazıları ulus, bazıları yoksul, bazıları varsıl ayrımcılığı yapıyor; ancak bazı durumlarda öyle cuk diye oturuyor ki o sözler, insan o sözlerdeki ayrımcılık unsurunu affedemese bile en azından hoş görebiliyor.


Kişinin kendisinde bulunmayan bir şeyin, birden bire çok çok fazlasına kavuşmasından söz ederken "Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.'' diyor atasözü ki Allah, bazen bile değil neredeyse her zaman, sanki dağıtım kepçesinin adalet mandalı hep arızalıymış gibi  sahiden veriyor öyle bol bol, doğuştan torpilli ya da sonradan ''Yürü ya kulum.'' dediği bazı kullarına, biliyoruz.  Ancak doğuştan değil de sonradan fakat birden bire buldumcu, yani bir göz isterken ikisine birden sahip olanlar her şeyi çok çok bulunca doğal olarak kendilerini kaybediyorlar ki atasözü, içinden kıkır kıkır gülerek ve sahiden eğlenerek, onlar için de ''Görmemişin bir oğlu olmuş, tutmuş çükünü koparmış.'' diyor.

Çıkarları gereği çevresinde olup bitenleri görmemiş gibi davrananla duymamış gibi davrananların sıkı işbirliği ve muhabbetlerinden söz ederken ''Körlerle sağırlar birbirini ağırlar.'' diyor, ki bu sözün ete kemiğe bürünmüş halini çokça görüyoruz etrafımızda her gün, her saniye, fakat işte her ne hikmetse bazen bir şeyler oluyor, belki de ibreti alem için, çıkarlar çatışıyor falan ve ittifaklar bozulabiliyor.

Sahtekarlık, hırsızlık,dolandırıcılık,  ahlaksızlık, edepsizlik gibi kötü huyların bulaşıcı olduğunu anlatmak için yine yazık ki günahsız körlerle şaşıları harcayarak ''Körle yatan şaşı kalkar.'' diyor mesela atasözü, sonra çoğunluğu bilgisiz ve cahil olan toplumlarda bilgisi varmış gibi görünen kurnazların başa geçebildiğini, toplumu yönetmeye soyunabildiğini anlatmak için ''Körler memleketinde şaşılar padişah olur.'' diyor, sanki bugünümüzün kaderi binlerce yıl öncesinde yaşayan atalarımızın o sözüyle çizilmiş gibi.

''Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.'' derken, bekle bir gün mutlaka çıkar demek istiyor, fakat bununla yetinmiyor, bütün hukuksuzlara   gözdağı verir gibi ''Bugün banaysa yarın sana." diyor ve bir de ekliyor: "Papaz her gün pilav yemez."

"El için kuyu kazan önce kendisi düşer." derken de eğleniyor yine kendi kendine atasözü, belli ki bir bildiği var, "Kendi düşen ağlamaz." derken bildiği net bilgi gibi.   

"Minareyi çalan kılıfını hazırlar." diye hakları gasp edilenlerin içine kara bir umutsuzluk ağı örerken öte yandan "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar." diyerek insanın içine iyi gelecek bir ferahlık üflemeyi de unutmuyor.

Her ne demişlerse hepsini doğru söylememişler atalarımız ama bazen çok doğru sözler etmişler açıkçası.
Bir Kenya atasözü, hiç mecaza falan kaçmadan "Filler tepişirken çimenler ezilir." dese bile, "Dağ ne kadar yüce olsa da yol üstünden aşar." diyen atalarımın ellerinden öperim.

Aysel Korkut


foto: geyikmerkezi.com 

6 Ekim 2013 Pazar

SUSMAK NEDİR Kİ YOKLUKTAN BAŞKA?

Susmak nedir ki yokluktan başka?


İnsan, konuşulan konu hakkında söyleyeceği ya da söyleyebileceği artı bir şey yoksa susar, bilgisi yoksa susar;  ya da  konuşulanları çok basit buluyor ve katılmayı gereksiz ve boş bir iş olarak görüyorsa susar. Bir şey söylenemeyecek kadar abes durumlar karşısında susar, hayrete düşüren durumlar karşısında da öyle. Ve karşısındaki asla anlamak istemiyorsa  susar insan ya da söz bittiğinde, iletişim kesildiğinde susar. Söylenecek söz ya yalan olacak ya da karşıdakini kaybetmeye ya da en azından incitmeye zemin oluşturacak  bir şeyse susar.  İçinden konuşmak gelmiyorsa susar. Konuyu değiştirmek istediğinde susar. 

Söyleyecek bir şey bulamadığında susar. Çaresizlikten susar. Karşısındakinin sabrını sınamak için susar. ‘Ağır ol da molla desinler’i şiar alarak önemli görünmek için susar. Konuyu ya da karşısındakini önemsiz bulduğu için susar. Sonra korktuğu için susar, çekindiği için susar. Sindirildiyse susar. Yanlış yaptıysa ve suçluysa susar. Doğru olduğuna inandığı halde, karşısındakine yanlış görünecek olayların açıklanması sırasında yetersiz kalacağına inanıyorsa susar. Camus’un dediği gibi umutsuzluktan susar: 

“Umutsuzluk susar. (Fakat) Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşursa bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur.” ( Albert Camus)

Ah insan! Duymamış gibi yapar susar, aldırmıyormuş gibi yapar susar, bakışlarına bir önemsemezlik yerleştirip susar, kızgınlık anında söyleyecek bir söz bulamadığında susar; sana ne bundan, sen ne hakla sorabilirsin bana böyle bir şeyi demek istediğinde  susar. İncindiğinde de susar insan, hem de en çok incindiği zaman susar.

Her susku bir şeyler anlatır. Her sessizliğin bir anlamı vardır. Susar insan ve susarak bir şeyler söyler, “Ben susuyorum sen anla.” demektir karşıdakine susularak anlatılan bazen, bazen de “Sana verilecek yanıtım yok.” demektir kısaca ya da “Seni ilgilendirmez, her işe burnunu sokma.” demek, “Seni önemsemiyorum, vaktimi ve enerjimi senin için harcayamam.” demek. “Sus ve git! Beni meşgul etme!” demek. Ve belki, “Seni üzmekten, seni kaybetmekten, seni incitmekten korkuyorum.” demek.

Susmak her zaman kırar insanları. En ağır sözden bile etkilidir bazen, en acı haberden bile daha üzücü, en keskin eylemden daha delici.

Ve bazen de kabadır susmak Nietzsche’nin dediği gibi: “Hem bana öyle geliyor ki en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha yüreklice, daha dürüstçedir.  Susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten yoksundurlar; bir itirazdır susku; yutmak zorunlu olarak kötü kılar kişiyi, -mideyi bile bozar. Susanların hepsi de sindirim bozukluğu çekerler.- Görüyorsunuz kabalığın değerini düşürtmek istemiyorum; en insanca karşı koyma yoludur o, çıtkırıldım çağımızda en başta gelen erdemlerimizden biridir.”

İletişimin tıkandığı noktadır kiminde susmak, tıkanıklığın başlangıcı, sonu hazırlayıcı nokta; kiminde ise çok nadir de olsa, susulan o kısacık sürede empatiye, anlamaya, anlatmaya gebe.

İnsanlar suskuları çoğalttıkça boyutu artarak aralanır ilişkiler. Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başladığında başlar çürümeye sevgiler, güvenler. Susulan noktalar ne kadar çoksa, paylaşım da o denli sekteye uğrar ve bir gün -hep kavgayla gürültüyle, hakaretle, tehditle tüketilmez ya- sessizliğin ortasında tümden biter, yiter sözcükler.

Ne kadar çok karanlık nokta, ne kadar çok sır, ne kadar çok paylaşılmayan  varsa iki insan, iki toplum, iki grup, iki sevgili, iki eş, iki kardeş, iki arkadaş arasında, o kadar da sorun var demektir. Başka nedenler aramaya gerek yoktur, çünkü sorun paylaşılmayanlarda gizlidir.

Ne diyelim, tepki olarak susar insan bazen de… öfkeyle susar. (Susmaların en önemlisi, en anlamlısıdır söyleyelim de unutuldu sanılmasın: Bir de söyleyecekleri başkalarına zarar verecekse susar insan. İşkenceler karşısında bile susar. O susmak, bu susmalara benzemeyen bir susmaktır. Farklıdır, onurludur, gereklidir, zordur ve konumuzun dışındadır.)

“Pes artık!” dediği noktada susar insan. Şaşkınlıktan susar. Ne söylese boş olduğunu görünce susar. Sabırla susar, inatla susar, konuşursa tek başına kalmaktan çekindiği için susar. Çok tepki almaktan ürktüğü için susar. Cezalandırılmaktan korktuğu için susar. Sindirildiği için susar, konuşmak yasaklandığı için susar. Ölüm tehditleri aldığı için susar.

Fakat bir de konuşmaya başlarsa öfkeyle susan, korkuyla susan, sinerek susan, tehditle susan, incitmemek için, incinmemek için susan, söze nereden başlayacağını bilemediği için susan… o zaman yer yerinden oynar.

Susmak, potansiyel vurucu, vurduğunu öldürücü bir eylem biçimidir. Fakat korkudan susmak bu susmadan farklıdır ve korkarak susanlara, “susma, sustukça sıra sana gelecek” deriz en gür sesimizle, demeliyiz.

Çünkü her insan kendi sözünü söyleme, kendini, kaderini, çevresini ve dünyayı adlandırma hakkını kullanmalıdır ve sözün yeni bir güç, yeni bir güven, yeni bir nefes, yeni bir yaşam kazanmasına katkı sağlamalıdır. Susmak güçlüdür evet, ama tek başına asla çözüm getirmeyendir ve bazen de susmak yokluktan başka bir şey değildir. Yok değil, var olmak için söyleyelim. Sözler, söylenmek için vardır, hiçbir sözcük susmak için değildir.


Aysel Korkut 2001/2013

16 Ağustos 2013 Cuma

99 DEPREMİ


99 depremiyle ilgili bir takım iddialar dolaşıp durdu ortalıkta, ama ciddiye alıp da bu iddiaların üstüne giden olmadı, olduysa da… ya bir sonuca varılamadı ya da ben iyi takip edemedim. Bu depremden sonra Deprem Dede unvanını alan rahmetli Ahmet Mete Işıkara’nın, dönemin başbakanı yine rahmetli Bülent Ecevit’e öyle bir iddianın gerçek olamayacağını söylediğini anımsıyorum.  Fakat iddialar, Amerika’nın ve İsrail’in yıllardır yapıp ettikleriyle karşılaştırılınca, bunlara “Hadi canım sen de, asla olamaz böyle bir şey, bu da başka bir komplo teorisidir.” demek de müzmin septiklerle internet sayesinde kuşkuculuğunun boyutu günden güne paranoyaya evrilen birçok insan için çok mümkün değildi.(1)
 “Ölüp giden bebeklerle çocukların suçları neydi peki?” diye sormayan bir takım aklı evvele göre de bir tür cezaydı bu deprem.   
Şuydu ya da buydu, ama sallanıp devrilen yerlerden biri de İstanbul olunca acıyı herkes duydu, yoksul-varsıl herkes çaresizlikte eşitlendi, herkes, herkesin çaresizlikte eşitlenmesine şaştı. Yurt içi yurt dışı ayağa kalktı, herkes Marmara’ya yardıma koştu…
Deprem, bütün küçük hesapları ikinci plana iterek öne çıktı.
Şehirler günlerce dayanışma, yardımlaşma, paylaşma koktu.
Ancak… Depreme, göz, böbrek vb. organların mafyalarıyla altın diş, bilezikli kol telaşına düşen lağım fareleri de koştu. Halkların yardımını iç etmek için koşanlar da oldu. Her yerde ve her zaman olduğu gibi bu koşanlar arasında da iyiler ve kötüler vardı.
Depremde ölenlerin sayısı, halkı yalanla uyutma çarkına uysun diye kamuoyuna yanlış aktarıldı, eksik açıklandı. Ama şehirler, Adapazarı, Yalova, İzmit, İstanbul günlerce korku koktu, ölü koktu, ölüm koktu.
Tedbirsizlik ve müteahhitlerin para hırsları lanetlendi. İnşaatları denetlemeyen ya da her türlü çürük yapıya rüşvetle ‘olur’ veren belediye-ci-ler es geçildi, lanetlenenler listesine alınmadı.
6286 kişi ihmalden yargılandı, depremin faturası Veli Göçer adlı bir müteahhide çıkarıldı. Çınarcık’ta yaptığı yazlıklar, 17 Ağustos depreminde 195 kişiye mezar olan bu müteahhit, 7.5 yıl sonra tahliye edildi.(2)
Evleri depremin değil, malzemeden çalmanın yıktığı anlaşıldı, 2001 yılında yeni bir Deprem Yönetmeliği çıkartıldı. Ancak, 2001 Afyon depreminde yeni yapıldığı için neyse ki içine kimsenin taşınmamış olduğu apartmanlar çöktü. Bir yerlerde bir deprem anıtı çöktü.
“Sesimi duyan var mı?” cümlesi o zalim geceden, 16 Ağustos 1999’u 17 Ağustos 1999’a bağlayan geceden sonra anlam değiştirdi, birden bire çok önem kazandı, o cümleyi duyan gözler canlandı, cümle can kazandı.
Oğlum yedi yaşındaydı. Yurt dışındaki evine dönmek için deprem şehirlerinden geçerken yıkık evleri, çaresiz insanları gördü… Başını koltuğa gömdü, aşağı inmedi, pencereden bakmadı, kimseyle konuşmadı. “Türkiye” denilince yıllar yılı hep depremi anımsadı; onun için Türkiye demek deprem demek oldu.
On dört yıl önce bu gece, şu saatlerde, resmi raporlara göre 17.480, resmi olmayan bilgilere göreyse yaklaşık 50.000 insan enkaz altında; yetmiş milyon insan ise toprak üstünde ya ölü ya yaralı ya da yürekten yaralıydı…
                                                                                                                                         Aysel Korkut
KAYNAKÇA:
(1)    Komplo teorisi: https://eksisozluk.com/entry/1935236




14 Ağustos 2013 Çarşamba

SÖZCÜKLER



“Her şeyin kullanılmamışını bulmak mümkün; az kullanılmışını, çok kullanılmışını, hor kullanılmışını, özenli kullanılmışını, hiç kullanılmamışını. Satılmamışını, yatılmamışını, bir köşede unutulmuşunu...  Yenisi geliverince hükümsüzleştiği için kullanılmadan çatı katına kaldırılmışını, alınırken aceleye getirilip, eve götürülünce beğenilmediği için hiçbir gün öncelik sırasında yer alamamışını, özelliklerinden dolayı tenezzül edilmemişini... Gözden sakınıldığı için kullanmaya kıyılamamışını, koklamaktan ötesine cesaret edilememişini, yanına yaklaşılamadığı için dokunulamamışını...
Evet, her şeyin kullanılmamışını bulmak mümkün; uzaktan bakılanını, özlemle anılanını, ulaşılamayınca mundar olanını, kayda değer bulunmayanını, satın alınamayanını, gönlü edilemeyenini, sahip olunamayanını... Bulmak mümkün.
Sözcüklerin peki?  Bu “her şey” içinde sözcükler de var mı?
Özenli kullanılanı, özensiz kullanılanı, sevgi sözüyken küfür gibi duranı; küfürken sevgi anlatanı... göz oymak istermiş gibi bir etki bırakanı;  gerçekte göz oymak isterken süslenip püslenip riyaya bulaştırılanı, istenen şey elde edilene kadar cicimlerle donatılanı,  bağırtanı, çağırtanı, kahkahayı ağlatanı, gözyaşını güldüreni, hüzünlendireni, az düşündüreni, çok düşündüreni, düşünmeden ağızdan çıkıvereni, düşüne düşüne, ölçüle biçile söyleneni;  “ayı”yı “dayı” diye seslendireni... Ortamı sulandıranı, yalana batırılanı, caydıranı, ayak kaydıranı, yoldan çıkartanı, duyanı kararlı kılanı, güce güç katanı, kendini bulduranı, saçını yolduranı, sevince boğanı, derinden sarsanı, insanı aklını oynatmaya kadar getirip oracıkta bırakanı ve hatta çıldırtanı... Kendinden kaçırtanı, kendine çağıranı, dağıtanı, toplayanı, toparlayanı, havalara uçuranı, yay gibi gereni, düşüreni, kaldıranı, insanı katil yapanı, yılanı deliğinden çıkartanı... Yatıştıranı, barıştıranı, küstüreni, düşman edeni, mide bulandıranı, kandıranı, ikna edeni, sevdireni, özleteni, bıktıranı, nefret ettireni, coşturanı, korkutanı, yıldıranı, sindireni, tövbe ettireni, imana getireni, imandan ettireni, rüyalara gireni, tehdit edeni... Kulaklarda hoş bir tını bırakanı, özlemle anımsananı, duyulmak istenmeyeni, unutulanı, unutulmak isteneni, unutturanı, unutulmayanı;  tuş edeni, tuş ettireni, pes dedirteni, öldüreni, böleni, bütünleyeni, bitireni, başlatanı, birleştireni, ayıranı, yücelteni, yerin dibine batıranı...
İyi niyetli, ya da kötü niyetli kullanılanı, sevileni, sevilmeyeni, hakkı yenileni, kadri bilineni, hak ettiğini bulamayanı, bulduğunu bilemeyeni, bilip de söylemeyeni, söylemek isteyip de beceremeyeni, kullanılmaktan kaçınılanı, ağzın içinde yuvarlananı, kullanılmaya doyulamayanı, dillendirmeye kıyılamayanı, bal damlatanı, zehir saçanı, ödül vereni, ceza dağıtanı... Sonuçta bir şekilde kullanılanı... Az ya da çok... az ya da çok... az ya da çok...
Hiç kullanılmamış sözcük yok. Yok. Yok.”


“Ben bir yazarım.” dedi kadın. “Ama yazmıyorum.”
“Peki neden yazmıyorsun?”
“Kullanılmamış sözcük bulamadığım için!”
“Kendi kendinle konuşmaya başladın da ondan.” dedi kadına kendi sesi. “Kendi kendinle konuşmayı sever oldun son zamanlarda. Aynalarda değil canım, yolda, sokakta, klavye başında, telefonda birileri ile konuşuyorken falan da...  hatta azıtıp bankamatiklerle, web sayfalarıyla, şiir siteleriyle, boş mail kutularıyla, ekranda vara yoğa konuşup duran, sözcükleri savurganca harcayan ve seni kızdıran adamlarla... Eskiden birileriyle konuşmayı ama niyeyse yüksekten yüksekten konuşmayı severdin, şimdi sadece bakıyorsun, sonra da ekran koruyucunla konuşuyorsun.”
“Hayır.” dedi kadının öbür sesi. “Sözcüklerimi kendime saklıyorum ben. Onlara kıyamıyorum. Konuştuğum zaman uçup gideceklerini sanıyorum. Uçup gideceklerini ve bir daha bana dönmeyeceklerini. Artık her birinin benim tarafımdan kullanılmış ve eskitilmiş olacağını da düşünüp korkuyorum bazen. Ne eskimelerini, ne de uçup gitmelerini istiyorum.  Onları kırmak, incitmek, ürkütmek, acıtmak istemiyorum.  O söylediğin şeylerle konuştuğum gerçek değil, sen uyduruyorsun onları.”
“Kullanmak istemiyorsan, bir gün,  bir köşede unutacaksın demektir. Herkes ihtiyarlayınca unutur sözcüklerinin çoğunu.”
“Ben yaşlanacağım ama ihtiyarlamayacağım. Sözcüklerimi unutmadan öleceğim.”
“Ah ne hoş! Kendinle birlikte gömülsünler diye mi kıyamıyorsun? Onların hepsi zaten defalarca kullanılmış senden önce. Sen kullanmasan kimin umurunda? Hem ne işe yarar ki kullanılmayan sözcük? Sözcükler kullanılmak için değil midir? Onlar, biz kullanalım diye varlar sayın bayan.”
“Kurban kesen insanların savı gibi senin savın da. Kurbanlık koyunlar biz kesip yiyelim diye yaratıldılar dercesine söyledin, onlar biz kullanalım diye varlar sözünü.”
“Acıktın sen, söylemeye acıktın ama söylemiyorsun. Haftalardır yemek yememiş bir insan kadar açsın oysa sözcüklerine. Hadi ye artık yemeğini.”
“İçine bir avuç acı biber katılmış senin yemeğinin. Kaldır onu önümden. Haftalardır aç da olsam böylesi bir acıyı yiyemeyeceğimi bilmez misin sen benim?”
““Kemalettin Tuğcu okuyarak büyümüş zavallı kurban nesilden bu da.”  derler bu sözlerini duyanlar, acılardan söz etme. Yemene bak sessizce.”
“Acı varsa acıdan söz edilir, acı dilini damağını yakıp kavuruyorken tatlıdan söz edemezsin. Etsen bile ihanet olur bu.”
“Bilgeliğe soyunmak anlaşılan senin niyetin. İstersen sen de bir mağaraya git ve inzivaya çekil diyeceğim ama bunu yaparsan beni de sürüklemiş olursun oralara. Doğrusu ya hiç işime gelmez bu. Dünya nimetlerinden yararlanmak varken, gidip de ilk insanlar gibi yaşamayı kim ister?”

“Ben isterim. Ve eminim bunu isteyecek başkaları da var.”  

29 Temmuz 2013 Pazartesi





nasılsın diye sorsaydı iyiyim, çünkü sana aşığım diyecektimsormadıaşk düştü elimden gözbebeği kırıldımercekle bile toplanmaz artıkkırıklar can kırıklarına karıştı aysel korkut 


27 Temmuz 2013 Cumartesi

SOSYAL PAYLAŞIM SİTELERİ

Sosyal paylaşım sitelerini bir süngere benzetiyorum, duygu emici bir süngere… Ve aynı zamanda duygu püskürten bir buhar makinesine... Sonra, aslında bu ikisinden de daha usta işi bir supap olduğunu düşünüyorum bu sitelerin.  Ve son olaylarda yaşayıp öğrendiğimiz üzere, aslında hiç de yalnız olmadığımızı, birlikte ne kadar büyük bir güç olabileceğimizi gösteren bir aynaya… Öfkeyi güç olarak depolayan bir akümülatöre…
Ama nasıl olur, aslında ya emen ya püskürten ya da gerektiği kadar geçişe izin veren olması gerekmez miydi?  Neden üçü birden? Ya bir de kendi gücünü sana yansıtan ayna, öfkeyi güç olarak depolayan akümülatör oluşu?
Öncelikle öfkeye bakalım: Öfkelenen kişi, öfkesini kusan birkaç satır yazıyor kendi alanına ya da duygularına tercüman olan bir özlü sözü, bir videoyu ya da nasıl olsa birilerinin zaten yazmış olduğu, yazmaya kalkmış olsa kendisinin de pek farklısını yazmayacağını düşündüğü bir yazıyı paylaşıyor.  (Oh ne ala memleket, rahatladım gitti!) Derken beğenenler çıkıyor paylaşımı, kişi yalnız olmadığını görüp biraz daha rahatlıyor.  Sosyal paylaşım sitesi adlı sünger, öfkeyi işte böyle emiyor. Ancak, öfkesini kusan kişi bunu yaparken aynı zamanda başkalarına öfke pompalayan bir buhar makinesi işlevi de görmüş oluyor. Öfkeyi başkalarına bulaştırıyor. Ama sorun yok, supap işbaşında nasıl olsa: Bulaşıcı öfkeyi alan şahıs da virüsü ilk pompalayan kişinin yaptığının aynısını yapıyor ve o da öfkesini aynı arenada kusup rahatlıyor. Bu, birbirinin tıpatıp aynısı eylemler, günlerce dolaşıp duruyor sayfalarda. Derken başka bir öfke yaratacak yeni bir olay düşüyor gündeme. İlk öfkeye ait işlem böylece tamamlanmış oluyor. Sosyal patlamalara sebep olabilecek öfkeler sükûnete kavuşuyor, sessizliğe gönderilip balık hafızalara emanet ediliyor ki bu çok önemli bir nokta, çünkü balık hafızalar öfkeyi korumuyor, silip atıyor, yok ediyor. Ülkeden sosyal patlama beklentisi içine giren bir avuç hayalperest maceracı ise böylelikle yine işsiz kalıyor. İyi mi kötü mü siz karar verin. (demiştim bundan üç beş ay önce. Yani Gezi’den önce…)
Yalnızlık duygusunu da sünger gibi emiyor paylaşım siteleri. Sabah kalkar kalkmaz bilgisayarın başına geçiyor çünkü yalnız insan, sokağa çıkıp kalabalıklara karışmış gibi aynı. Üstelik sokakta bir tanıdığa rastlamamışsa kendisini dinleyecek kimse bulamayacakken bu sitelerde pek çok dinleyici bulabiliyor.  Yazışıyor, paylaşıyor, var olduğunu herkese gösteriyor. Sonra derken bir şeyleri yorumluyor, aptal olmadığını, kendisinin de düşünen birisi olduğunu, bir fikre sahip bulunduğunu önce kendisine, sonra herkese ispat ediyor. Ortamda yığınla insan olduğuna göre yığınla da yalnız olduğunun ayrımına varıp yalnızlığın sadece kendisine has olmadığını kavrıyor. Yalnızlığı yalnızlarla paylaşarak yalnızlık duygusundan kurtuluyor. Fakat yalnızlık duygusu, bazen insana umutsuz şeyler yazdırdığında etrafına ‘yalnızlık hissi’ pompalayan bir makineye dönüşüyor.  Yine sorun değil, çünkü supap yine işbaşındadır. Ancak bu kez durum biraz daha farklıdır. Çünkü aslında gerçek yaşamında hiç de yalnız olmayan kişiler de bu yalnızlar ortamına sürüklenip, gittikçe kendi ev ortamlarından uzaklaşarak gerçek yalnızlara dönüşebilmektedirler. Her iki şekilde de yalnızlık paylaşılmakta ve bu duygunun eziciliği bu siteler sayesinde azalmaktadır. İyi mi kötü mü? Bence hem iyi hem de kötü.  
Bu siteler, sadece duygularda değil, bazı heveslerle bazı rahatsızlıklarda da bu sünger- pompa-supap üçlüsünün iyileştirici gücünü insanlara sunmaktadır.  Biri bizi gözetliyor programları, evlendirme programları gibi programların izleyicilerinin (aldıkları haz ne kadar ahlakidir artık tartışılmıyor bile ve çoğunluk, yaptığının röntgencilik olduğunun ayırdında bile değil.) ekran başında alıştıkları röntgencilik davranışlarını doyuracak reçeteler de hazırdır sosyal paylaşım sitelerinde:
Gözetle, işte sana renkli, parlak ve aydınlık görüntülerle dolu kocaman bir anahtar deliği.  İstediğini istediğin gibi seyret.
Muhbirlere, ilgi alanlarına göre fırsatlar sunan bir başka reçete: Al sana tehlikeli fikir sahipleri, adlarını not al ve gerekli yerlere bildir. Fikirlerini yok edemezlerse kendilerini yok ediversinler. Al sana LGBT bireyler, adlarını not al ve ilgili kişilere ilet. Geceleri transseksüellere müşteri olup, gündüzleri etrafına transseksüel nefreti yayan saldırganların önüne at onları. Al sana, kolay kandırılabilecek acemiler. Al sana, çok basit bir işlemle sayfası ele geçirilebilecek ve seni onun adı üstünden onun çevresine ulaştırabilecek teknoloji engelliler…
Teşhirciler için ise kendilerini sonuna kadar teşhir edebilecekleri, değerli uzuvlarını gururla sergileyebilecekleri mekânlardır sosyal paylaşım siteleri, boy boy fotolar, süzgün bakışlar ve ilgi alanımıza girmediği için çok da bilmediğimiz mor ötesi durumlar.
Pedofililer için binlerce çocuk “arkadaş” edinme fırsatı. Ciddi, önemli, tehlikeli, hayati bir sorun…
Röntgenciler gözleyecek anahtar delikleri buldukları için, muhbirler ihbar edilecek kişilere kolayca ulaşabildikleri için, teşhirciler de kendilerini bu ortamda sergiledikleri için belki sokaklar bir süre sonra sosyal paylaşım sitelerinden daha güvenli yerler haline gelecektir. Kim bilir… En azından sokaklarda yaptığınız her şey kameralı alanlar dışındaki yerlerde kaydedilmemektedir. Bu sitelerde ise her an kayda geçmektesinizdir. (Kameralar güçlünün güçsüzü öldürme anında gökyüzüne doğru çevrilmeden önce yazılmıştır. Doğru mu yanlış mı siz karar verin.)
Ateşi söndüren, onun yakıp yıkma ihtimalini bir avuç tehlikesiz külün eylemsizliğine çeviren bu sitelerin, paranoyayı kışkırtan zararlarıyla birlikte yine de insanlara iyi gelen pek çok yanı olduğu kesin. Hatta bazıları için fırsat kapıları dahi var.  
Obama'nın başkan seçilmesinde internet ve paylaşım sitelerini başarılı kullanmasının payı olduğu söylenmişti. Alın size siyasi başarı fırsatı! Gökçek için durum ne gösterecek, bekleyip göreceğiz.
Alışveriş siteleri sayesinde sermayeye yeni pazar ortamı, satıcı için kolay ulaşılabilir müşteri, gelsin ticari başarı!
İki kardeş, bizim türküleri İspanyolların müziğine benzetip ünlü olmuşlardı, bu da meraklıları için ünlenme fırsatı. 
“Senden gizleneni öğren, olayların aslından haberdar ol, anında haberdar ol; medyanın çıkarlarına ters düştüğü için hiçbir tv kanalının yayınlamadığı bilgilere ulaş ve bunları paylaş; unutturulmak istenenleri sık sık hatırla, hatırlat, asla unutma, unutturma, tepkini göster, gerekirse toplaş, sivil gücünün büyüklüğünü tanı, bu gücü ciddiye almıyorlarsa eyleme geç, sivil itaatsizlik yöntemleri yarat, yaratıcılığını kullan, üret, susma, isyan et.” İşte bu çok yeni bir yanı sosyal paylaşım sitelerinin.
Otoriteyi öfkelendiren, zaman zaman dize getiren de sosyal medyanın bu yeni yüzü. Bugüne değin öfkeyi sünger gibi emen, ateşi küllendiren sayfalar, artık öfkeyi güçlendiren, ateşi harlandıran sayfalar oldular. Bu değişim kuşkusuz bir günde olmadı, bu bir süreçti ve dünden bugüne gelindi.  'Gezi Ruhu' böylelikle oluştu. 

İyi mi, kötü mü, siz karar verin.





Aysel Korkut

BOĞAZ'I GÖREN VİLLA KENT RÜYASI

13 Temmuz 2013, 05:40
Şeytana bile pabucunu ters giydirebilir yetenekte bizim yeni model yönetici ve müteahhit ortaklıklarımız. Bizleri, içinde, “Köprü yanlış yere yapılmış.” cümlesinin kaynatıldığı cadı kazanına attılar dün. Ve beklediler, saf saf inanalım o kurtlu, kuzulu, tilkili kazanda kaynayan bu cümleye.
Bekledikleri gibi de oldu. İnandık. “Köprü yanlış yere yapılmışmış.” dedik, “Her şeyleri yanlış ya hu bunların.” diye alay ettik, yazdık, çizdik, güldük, düştükleri küçültücü durumla alay ettik. Olsun, bir süre sonra bunu da unutacaktık nasıl olsa. “Boğaz’a bakan binlerce villa inşaatına yer açmak için bundan daha iyi bir yöntem olabilir miydi?” diye düşünmeyelim yeter ki. Bir de sadece bu yanlışlıkta yoğunlaşmayalım diye “Bir AKP klasiği daha” dedirten ikinci bir yanlışlık katıldı gündeme: SBS’deki hata…  
(Bu arada apayrı bir yazı konusu olan bir not düşelim: Alay edilmeye alıştırılmış bu insanlar, o yüzden bundan hiç etkilenmiyorlar. Dayak arsızı olmak gibi, alay arsızı olmuşlar. Tepeden bakma, yüksekten yüksekten konuşma ve hep aşağılama davranışında olanlara, şapkalarını ellerine alıp düşünmelerini önermeliyiz belki de. Bu insanları aşağılayarak, hakarette sınır tanımayarak, giydikleriyle, yaptıklarıyla alay ederek vardığınız yer ortada çünkü.)
Biz bu hatalarla uğraşırken, üçüncü köprü için bu kez Boğazın başka bir yerinde yeniden ağaçlar kesilecek, sökülecek... Önceden yanlışlıkla boşaltılıvermiş alanda köprüyle birlikte, ondan önce veya daha sonra yeni villacıklar yükseliverecek... Bunların bir kısmı malum kişiler için en baştan ‘özel’ listelerle ayrılmış olacak. Nasıl, iyi fikir değil mi? Çok karlı bir iş. Tilki kurnazlığı bile yaya kalır bu yavuz hırsız zihniyetinin yanında.
“Villa yapmak için kesiyoruz.” dense, Gezi'deki bir ağaç için aylardır eylem yapan kitle kıyamet kopartmaz mıydı? Çift taraflı vuruyor kazmayı toprağa çokbilirkişi, hangisini kaçırabilirse aradan, onu yapacak… Dikkatler Taksim'de iken, Sırrı Süreyya gelip üçüncü köprü inşaatındaki kepçenin de önüne dikilemiyorken, klonlayamadığımız için ikinci bir Sırrı Süreyya’mız da yokken, kimse çadır kurup orada yatmıyorken ya da yatıyorsa da bundan kimselerin haberi olmuyorken… Kurnazlıkla ifade etmek hafif kalıyor, tam usta hırsız planı bir iş bu. Üçüncü köprü için Anadolu yakasında 93 bin 750, Avrupa Yakası'nda 151 bin 371 ağaç… Ne gam, gelsin villalar… Köprü için bir o kadarını daha sökeriz, ne olacak ki, akciğer ne lazım bu şehre, malum dumansız hava sahası yaptık sahamızı, sigarayı yasakladık. Gaz bombalarını boş verin, ona alıştı ciğerlerimiz, hem sigaradan daha zararlı da değil bir kere.
Eski belediye başkanına sormuş acar belediye başkanı, “Ben bir türlü para yiyemiyorum. Nedir bu işin sırrı, sen bilirsin, bana bir anlat.” demiş.  Eski tilki cevaplamış: “Boz da yap evladım, boz da yap.”
Gökçek’in 640 milyon dolara yaptığı ve şimdi de yıkacak olduğu, adının ve işlevinin bir türlü öğrenilemediği Ankara’daki o kocaman bina örneğinde olduğu gibi bu hikâyecik bir başka yanını çıkartıyor ortaya bu bozup bozup yapmaların.
“Yarın, öbür gün, bu dinciler iktidara gelip İmam Hatip’ten yetiştirdiği talebeleri yargıç, avukat, hekim, mühendis, belediye reisi gibi devletin her koluna atayıp, en son bu talebeleri Harbiye’ye sokarak orduyu ele geçirip devleti her koldan kuşatacaklar.” diyen Aziz Nesin’in 1993’te görüp işaret ettiği durum şimdilerde hayata geçti.  Bunu en son, Ali’yi ağrı kesici verip ölüme gönderen doktorda yaşadık.
12 Eylül’den sonraki dipsiz sessizlikte atı alan Üsküdar’ı geçmiş, Aziz Nesin’in öngörüsü bir bir gerçekleşmiş. Şimdilerde çırpınıyoruz artık. Çoluk çocuk, genç yaşlı, büyük küçük hep birlikte itirazlardayız.
Bir süre sonra, eskiden olduğu gibi bütün bunları unutur muyuz? Sıradan, sönük ve ödlek hayatlarımıza geri döner miyiz?
Kendim cevaplayayım bu soruyu: Ne unutur ne de döneriz.
Çünkü çevremizi Aziz Nesin’in dediği kişiler sarmışsa da mücadele etmeyi yeniden öğrendi bu halk. Gençlerin sayesinde korkusuzluğu tanıdı yeniden.
Üstüne üstlük, Redhack adlı bir oluşum, bu toplumu 'unutmamak' diye bir şeyle tanıştırdı. Sağ olsun, var olsun. (Fakat hafızalarımıza güvenip yine de hatırlatmazlık etmesin değil mi?)
Kesilen ağaçların yerlerine yenileri dikilecekmiş, hatta dikilmeye başlanmış bile… Dikmezlerse bu gençlik diker zaten, bunun farkındalar. Ama gençlerin dikecekleri incir ağacı olabilir, o yüzden villa fikrinden vazgeçmeleri ve ellerini çabuk tutup o alanı ağaçlandırmaları gerekiyor. Çünkü uyuyanlar uyandılar ve Boğaz’ı gören villa kent rüyası bitti.
Aysel Korkut

KONUŞMA

6 MART 2011 EĞİTİM-SEN İSTANBUL 1 NO'LU ŞB. OLAĞAN GENEL KURULU

Sevgili Arkadaşlar, 
Prokrustes yatağı adıyla anılan bir simge var, duymuşsunuzdur. Yunan mitolojisinin efsane kişilerinden birisi olan eşkıya Prokrustes’in kendi boyuna uygun demir yatağıdır aslında bu ve Prokrustes, herkesin boyunun bu yatağa uygun olması gerektiğine inanmıştır.

Efsane bu ya, Prokrustes yoldan gelip geçenleri durdurup bu yatağa yatırır ve boyunu ölçer; kısa gelirse, boy yatağa eşitlenene kadar adamcağızı çekip uzatır, uzun gelirse ayaklarını kesip yatağa göre kısaltır; böylelikle de herkesi ideal uzunluğa getirmiş olurmuş.

Prokrustes’in bu mantığı daha sonraki yıllarda, özellikle de düşünce alanında sıkça görülmüş ve dinden, toplumdan, örgütten ayrı düşenler ya da çoğunluğun ortak fikrine aykırı olmayı göze alanlar Prokrustes yatağına yatırılmıştır.
Güneş’i evrenin merkezi kabul ettiği için Bruno'nun kazığa bağlanıp yakılması;
Galileo’nun engizisyon tarafından, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü iddiasını geri almaya zorlanması;
Tanrı’nın bütün niteliklerinin insanda, insanın bütün özelliklerinin Tanrı’da olduğunu savunan Hallacı Mansur’un asılarak, yetmedi ölmüş bedenine işkence edilerek öldürülmesi;
Orta Çağ Avrupa’sında cadı avı safsatasıyla yakalanan kadınların ateşte cayır cayır yakılırken çoluk çocuk herkes tarafından seyredilmesi ve bundan gizli bir zevk alınması;
Ülkemizdeki Alevilerin Kahramanmaraş’ta ve Çorum’da toplu bir cinnetle yok edilmeye çalışılması, Sivas’ta otuz yedi aydının sadece orada bulunan yobazlar gibi düşünmedikleri için yakılmaları;
Ülkemizdeki kadınların, eşleri veya ailelerinin kurallarına göre yaşamaya razı olmadıkları için töre adlı bir cehalet tarafından sokak ortasında kurşunlanmaları, bıçaklanmaları; olmadı mı, kendi kendilerini asmaya zorlanmaları…
Örnekleri sonsuz uzatabiliriz yazık ki, bunların hepsi birer Prokrustes yatağı gerçeğidir.
Bu yazıyı yazarken Prokrustes yatağı fikrini Muzaffer Oruçoğlu’ndan, bilgilerin bir kısmını da Aziz Çelik’ten aldım. Aziz Çelik, makalesinin bir yerinde kendisine tamamen katıldığım şu sözleri de söylemiş, sizlere aktarmak istiyorum izninizle:
“Prokrustes’in yatağı 20. yüzyılda sola ve komünistlere karşı yoğun bir biçimde kullanıldı. McCarthy soğuk savaşın başlarında ABD’de solculara karşı bir cadı avı başlattı ve aralarında pek çok yazar ve sanatçının da bulunduğu çok sayıda insanı Prokrustes yatağına yatırdı. Muhalif düşünceye yönelik tek biçimlileştirme bir mecaz olmanın ötesinde ete kemiğe büründü; fiziki imhaya dönüştü pek çok ülkede.

Ancak Prokrustes yatağı en trajik halini aynı yolda yürüyen yolcuların birbirlerini bu yatağa bağlamalarıyla aldı. En beklenmedik, en hazin ve en acısı aynı yolda yürüyenler arasında yaşandı.”
Bizim durumumuzu anlatıyor sanki değil mi? Yazık ki bizler de kendi örgütümüz içinde Prokrustes yatakları oluşturmaktayız evet.
Çokseslilik güzeldir, harika müzikler yaratır, izleyicilere kaliteli müzik dinletir; bilgili insan herkes gibi düşünüyorsa, aslında düşünmüyor demektir ve aydın da değildir, olsa olsa bilgi küpü bir entelektüeldir. İçimizde çok donanımlı entelektüeller olabilir; ancak bizim, kendisine dayatıldığı gibi düşünmeyen zihni açık öğretmenlerimiz, kitlemizin asıl aydınlarıdır. Aydını çok olan bir kitlede de çok fazla bölünüp parçalanmalar olması normaldir. Fakat burada tam da bir paradoksa dönüşen şey, farklı düşünceleri yüzünden farklı gruplar oluşturan bizlerin, kendisinden olmayana “öteki” gözüyle bakıp onu Prokrustes yatağına yatırmaya kalkması, ona karşı neredeyse düşmanca yaklaşımlar geliştirmesi ve veya kendisinden olmayanı görmemesi, görmezden gelmesi, ötelemesi, yok saymasıdır.
Ben, doksanlı yılların başından beri Eğitim-Senli olan yirmi beş yıllık bir öğretmenim. Genel Kurul zamanlarında hep delege adayı olurum ancak bir gruba dâhil görülmediğim için kimse beni seçmez. Bu kez nasıl olduysa seçildim ve buraya geldim. Ve gelebilmişken kürsüyü kullanmak istedim. Çünkü söyleyecek sözlerim vardı.
Ben, öğretmen olmanın yanında aynı zamanda bir yazarım. Çocuk kitapları yazıyorum. Ders kitaplarınızda benim kitaplarımdan alıntılar okutuyorsunuz zaman zaman öğrencilerinize, ama beni tanımadığınız için o metnin, sizin sendikalı bir arkadaşınıza ait olduğunu da bilemiyorsunuz haliyle. Sonra her yıl, bin bir özveriyle Tüyap’a öğrencilerinizi getiriyorsunuz, stantları dolaşıp öğrencilerinizin kitap seçmelerine olanak sağlıyorsunuz, ama oradaki stantların birinde sizin örgütünüzden, yani sizden bir yazarın bulunduğunu ve sizin öğrencilerinizin yaşına uygun kitaplarının olduğunu yine bilmiyorsunuz. Geçerken görseniz bile “herhangi bir yazar” oluyorum sizler için. Bunları üzülerek söylüyorum… Çünkü sadece sizlerin değil yazık ki sendikamın da bundan haberi yok. Sendikamın haberi yoksa üyeleri nereden ve nasıl bilecekler ki?
Kendimin de farklı bir açıdan da olsa bir Prokrustes yatağı kurbanı olduğumu düşünüyorum. Çünkü herhangi bir grubun içine dâhil olsaydım, şimdi o grubun bütün üyeleri beni tanıyor olacaklardı. Oysa ben, örgütümün içinde kendim olmayı seçtim ve yalnız kaldım; ötelendim, görülmedim, görüldüysem de yok sayıldım. Ta ki bu genel kurula delege seçilene kadar. Ne zaman ki delege seçildim, arkadaşlar benim farkıma vardılar. Yazar olduğum da çabucak öğrenildi. Şimdi hangi grubu destekler ve bunu kendilerine söylersem o grup bu yazar öğretmene sahip çıkacak. Diğerleri bana karşı yine Prokrustes yatağını kullanacaklar. Yaman zor bir durum…
Ama neden? Aynı yolda yürüyen bizler, kendi yolcularımızı neden o yatağa bağlıyoruz? En yakındakinin en küçük farklılığına neden tahammülsüzlük gösteriyoruz? Farklılık bağışlanamaz bir ihanet midir ki bunca dışlanır benzer düşünen ama aynı gruptan olmayan insanlar?
Bizler değil miyiz çoksesliliği savunan? Bu nasıl bir ikilemdir ki çoksesliliği oluşturanları iç rahatlığıyla dışarıda bırakırız veya öteleriz “öteki” saydıklarımızı sıkılmadan? Ve sadece bizdendir diye, böyle bir örgütün içinde kadın taciz edenleri dahi sumen altı etmeye çalışır ve hatta savunabiliriz zaman zaman? Asıl savunmamız gereken tacize maruz kadını karalamayı nasıl seçebiliriz?
Prokrustes yatağını yok etmeliyiz bu örgütte arkadaşlar. Yoldan geçen yolcuların sayısı azaldı son yıllarda biliyorsunuz. Örgütümüz güç kaybetti. Çünkü biz, kendi içimizde kendi kendimizle uğraşır, bizim gibi düşünmeyen yolcuları Prokrustes yatağına yatırırken, kimini çekip uzatmaya, kiminin ayağını kesmeye çalışırken, üyelerimizin sorunlarına çare olmaktan, sorunlara çare aramaktan çok uzak düştük.
Elimizi yüreklerimize koyup düşünelim, bizim sorunumuz birbirimizle mi, yoksa bizi top yekûn ezmeye çalışan güçle midir? Onurumuzu kırdılar diye TTB eyleme gidiyor. Bizim onurumuz yıllardır ayaklar altına alınıyor, ikinci bir iş yapmayan öğretmen ailesine bile bakamıyor, bu onuru kurtarmak için biz ne yaptık, ne yapıyoruz? Hangi eyleme giderken öncelikli sorunumuz onurumuzu korumak oldu? Hangi eylem kararını, öğretmenin ihtiyacını kitlenin bizzat kendisine sorup danışarak aldık? Hangi eylemi tabipler gibi güçlü bir iletişim geliştirerek örgütledik?
Gruplar etrafında toplanıp birbirimizle uğraşmaya devam mı edelim arkadaşlar, yoksa bütün çok sesliliğimizle, tek vücut halinde hareket ederek gerçek bir yurttan sesler korosu oluşturup Anadolu’nun türkülerini mi söyleyelim? Ya da bütün çok renkliliğimizle yağmurlardan sonra gökyüzünü şenlendiren gerçek bir gökkuşağı mı olalım?
Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman nitelikçe çoğalır ve sahiden örgütlü, yere sağlam basan ve yürüdüğünde toprağı titreten bir güç oluruz yeniden. Evet, neden olmasın? Bunu bu kurulda neden denemeyelim?

METROBÜS KÜLTÜRÜ - ÖYKÜ

Metrobüs Kültürü 

Sevgili Belediyemiz, İstanbul’a yepyeni bir kültür kazandırdı; aslında hakkını yemeyeyim, Belediyemizin İstanbul’a kazandırdığı yepyeni kültür sayısı bir hayli fazla ama bu sonuncusu özellikle ve öncelikle yazılmaya değer; çünkü zaten hakkını yememe kaygısına düştüğüm bütün diğer yeni kültürleri de az buçuk içinde barındırıyor. Adı mı, adı Metrobüs Kültürü…

Başlayalım efendim yolculuğumuza Söğütlüçeşme’den ve anlatalım sürçü lisan etmeden:

Eğer, önüme geçen insan irisi delikanlı, yana kaydırdığı kocaman sırt çantası ve o yetmezmiş gibi iki tarafa yaydığı iki dirseğiyle, arkasında kalan beni bir oturak kapmaktan mahrum bırakmazsa saniyelerle yarışımı galip bitirebileceğim. Oh, neyse karar verdi! Sol taraftaki pencere suiti kapılınca, onun yanındaki koltuğu beğenmeyip sağdaki koltuğun pencere dibini seçti. Tam onun yanına oturayım derken ve oturmak için popomu koltuğa yerleştirmeye çalışırken başka bir popo benden önce davranıp oraya yerleşiverdi. Yaş gelmiş dayanmış elliye, yer kapmak için delikanlılarla mücadele etmek zor tabii haliyle, eh, böylelikle kaldım ayakta…

Yol uzun mu uzun, delikanlılar da çok yorgun çocuklar, bana “Ne diye ortalıkta yer işgal ediyorsun hanım teyze, gidip evinde pineklesen ya, ne halt etmeye sokağa çıkıyorsun da insana vicdan yaptırmaya çalışıyorsun!” der gibi kötü kötü baktıktan sonra hemen uykuya geçtiler. Kulaklarında kulaklık takılı, ninni dinliyorlar sanırım, bu kadar hızlı uyuduklarına göre.

Ben bir yandan gençleri izlemekte, bir yandan da tam oturmayı başaracakken o güzelim koltuğu bir başka popoya nasıl kaptırdığımı düşünmekteyim. Aslında anlamak zor değil, metrobüste kapının sürüsüne bereket, bir kapıdan girip de koltuk kapabilmek için kesinlikle içeriye atlayan ilk kişi olmalısın. Değilsen ara yerde kaldın demektir. Çünkü önündeki zat, hasbelkader ağır davranışlı birisi ise öbür kapıdan gelen hızlı davranışlı kişiler çoktan yerleşmiş oluyorlar koltuklara. Koltuklar dediğin de zaten o koskocaman metrobüste, saysan kırkı geçmezdir.

Neyse, Boğaz’ı geçiyoruz ya manzarayı izleyip mutlu olmaya çalışıyorum kendimce, malum serde Pollyannacılık var az buçuk. Şimdikilerin ‘sersem kız’ dedikleri Pollyanna, bizim için dünya iyisi, tatlı bir yaratıktı vakti zamanında. “Ohhh!” diyorum içimden “Şu manzaraya bak, ne güzel! Gel keyfim gel! Sağda diğer köprü ve Boğaz, sol uzakta Marmara. İstanbul ışıklar içinde… Yaşamak güzel şey be kardeşim!”

Boğaz Köprüsü bitip de sonraki durakta insanlar inmeye başlayınca koltuklar boşaldı. “Aman Tanrı’m hemen oturayım!” dedim. “Ne mutlu bana! Birden bire bir sürü koltuk sahibi oldum.” Fakat yol orada bitmeyebilir ama o yolculuk bitmişmiş. Herkesin, hurra, kapılara hücum etmesi o yüzdenmiş. Ben de indim çaresiz. Çünkü bu, “Vatandaşların hayatına renk gelsin, hareket gelsin, garibanların koşuşturmaktan oyun oynamaya vakitleri olmuyordur, bir yolculukta bir değil iki kez koltuk kapmaca oynayıp adrenalin salgılasınlar, iki otobüs arasını koşarak bir de spor yapsınlar, streslerini atsınlar.” diye düşünülerek olsa gerek, sevgili belediyemizin icat ettiği bir aktarmacılık vaziyeti imiş.

Tabii haliyle ben de maratonculara katıldım. Ama iğne atsan yere düşmez, öyle kalabalık bir koşu bu. Ayağın takılıp düşecek olsan, ipini koparmış İspanyol boğalarının saldırısına maruz kalmış insanlar gibi üstünden gelip geçecekler bir anda. Kırılmadık kemiğin de kalmaz maazallah, dikkatli olmak lazım.

Hayırlısıyla öbür metrobüsün kalkacağa yere vardık. İnsanlar belli yerlere kümeleşiyorlar nedense. “Dur!” dedim kendi kendime, “Şöyle uzaktan bakıp olayı çözeyim. Nasıl binilir, nasıl inilir bu meret şeye, bir iyice öğreneyim. Sonra şansımı denerim. Yol epey uzun, belki bu kez bir yer kapmayı başarırım.”

Oracıkta bir büfe var, önünde de üç masa, üç beş de sandalye… Oturdum sandalyelerin birine, bekliyorum. Gözlerim de gelip giden metrobüslerde. Bir metrobüs geliyor, kapılarını açıyor ve kapıların açılacağının tahmin edildiği yerlere yığılıp bekleşen insanlar, saniyesinde koltuklara oturmuş oluyorlar. Saatime baksaydım keşke bir metrobüsün dolması kaç saniye sürüyor diye, ama bakmayı akıl edemedim. Sonradan çok pişman oldum. Buradan çıkabilirsem ve kısmetse, tekrarında bakarım artık. Neyse efendim, gözlerim el fecir okuyarak insanları tararken az buçuk öğrendim nasıl bineceğimi, nasıl koltuk kapacağımı, insanları çift dirsek metoduyla nasıl saf dışı bırakacağımı. Ayrıca ilk kapı yerinde durmanın pek akıllıca olmadığını da öğrendim. Akıllıca değil, çünkü içeriye geçiş yerinin mesafesi, ikinci kapınınkine göre daha uzun. İkinci kapıdan girmeyi başarmışsan iyi kötü bir koltuk kapma şansın var, ama ilk kapıdan girdinse, sen o mesafeyi aşana kadar koltuklar tükenmiş oluyor ve sen havanı alıyorsun.

“Bu kadar tecrübe yeterli.” dedim ve ikinci kapı yerine gidip sıraya girdim. Metrobüs geldi. Birkaç kişi içeriye girdi, önümdeki aile, kapıya aile duvar örüp birer dikilitaş olarak kaldılar. Onları geçip de içeriye girebilene aşk olsun. Giremedim haliyle. Üstelik içeri girmek için ivmelenmişken, onlara çarparak bir de kaza atlatmış oldum. Bu yeni kültürde kimse, hiçbir için şey kimseden özür dilemiyordu, ben de dilemedim. Hem zaten sinyal vermeden zınk diye önümde duran onlardı, ben değildim ki. Bir şey diyecek olurlarsa diye savunmaya çekildim ve gardımı alıp laf dalaşına hazırlandım. Neyse ki sonraki metrobüs geldi de onlar hemen binip yerleştiler, benimle dalaşacak vakitleri olamadı. Ben mi? Ben enayi miyim bineyim de yersiz kalayım, bu kez de ben zınk diye durdum tam kapının önünde. Çarpan olursa olsun, metrobüsün önüne düşmem nasıl olsa. Şimdi en öndeyim, yeter ki metrobüs gelsin, bu kez kesinlikle bir koltuk kaparım. Bu kadar talimi boşuna mı yaptım ben?

Evet, zil çaldı, metrobüslerin biri gitti, diğeri geldi. Pavlov’un köpeği gibi gözlerimizi kapıya dikip yalanmaya başladık. Kapılar açıldı. Anlık bir fırlayışla mal bulmuş magribi misali daldık içeriye. Ama o da nesi? Bütün koltuklar dolmuş. Ya hu ne zaman dolmuş? Sadece bir tekli koltuk var sol tarafta. Gözüm dönmüş bir halde atladım koltuğun üstüne, sağdan yaklaşanı bir dirsek darbesiyle saf dışı bıraktım… Oh be! Oturdum.

Oturdum, ama kahrolmayasıca okur-yazar beynim bu yolculuğu ince ince yazmaya başladı. Bir yandan da kendi kendine iltifat yağdırmaktan geri durmuyor: Vay beh, sen neymişsin böyle! Sonunda başardın işte, artık bir koltuğun var! Bravo sana! Bir kıytırık metrobüs kültürünü mü öğrenemeyecektin sen? Başardın işte! Yehooo!”

Bir yandan kendime iltifat yağdırır bir yandan da son yarım saat içinde olan biteni aklımdan geçirirken beni bir gülme aldı: Kıkır kıkır kıkır… Acaba bir gören var mı diye etrafa bakacağım ama bakmaya korkuyorum.

İçime bir kaygı düştü: Bu galibiyetin sonu iyi bitmeyecek galiba. Ama gülmemi durduramıyorum. Kolumla ağzımı burnumu kapattım, camdan dışarı bakıp içeriyi görmeye çalışıyorum. Karşımdakinin yanında oturan ve yeni doğmuş fil yavrusu kıvamındaki delikanlı tuhaf tuhaf beni izlemekte. Yandık! Artık gülmesem bari… Bütün vücudum sarsılıyor kıkırdamaktan. Fil yavrusunun yanındaki ezik bakışlı melankolik adam beni görmemeye çalışıyor. Ama elinde değil, görüyor, istese de görüyor, istemese de görüyor, öylesine burun buruna oturuyoruz ve ben öyle kıkır kıkır kıkır gülmelerdeyim ki... Omuzlarım sarsılıyor. Öksürüyormuş görüntüsü vermeye çalışıyorum ama ne çare ki gözlerimin içi gülüyor. Öyleyse gözlerimi saklayayım falan derken birisi bağırmaz mı, “Buradaki hanım teyze tırlattı şoför bey!”

Metrobüsü durdurdular. Beni o durakta indirdiler. Başıma metrobüs görevlilerinden birini diktiler. Sonra da çekip gittiler. Bin bir zahmetle bindiğim metrobüsün ardından öylece bakakaldım. Gülme krizim de geçmişti. Fakat o sırada birisi de bir yerleri aramış olmalı ki sirenlerini çala çala bir ambulans yanaştı durağa. Bakırköy Ruh ve Sinir’i işte böyle boyladım, ama değdi doğrusu, kolay mı, kısa günün kârı, metrobüs kültürünü öğrenmiş oldum. Buradan çıkmak mı? Ah işte onu henüz öğrenemedim…

Aysel Korkut

ÇÜRÜ-T-ME


ÇÜRÜ-T-ME

“Ezilenlerin Pedagojisi”nde Paulo Freire, “Mücadelenin başlangıç aşamasında ezilenler, hemen-hemen her zaman özgürleşmeye çabalamak yerine, kendileri de ezenler veya ‘alt-ezenler’ haline gelme eğilimindedirler.” der.
Cumhuriyet yönetiminin yarattığı ayrıcalıklı kişi ve kurumlar ve laiklik ilkesinin cemaatler üzerinde yarattığı baskılar tarafından ortalama seksen yıl boyunca ezildiklerini dillendiren ‘mücadeleci’ kadro şimdi işbaşında.  Bu kardeşlerimiz, Paulo Freire’nin savını doğrulayarak kendilerini ‘ezilen’ olmaktan çekip çıkartmış  ‘ezen’ olma sürecine girmiş; ezilen mağdur kişi kostümlerini, ezen, aynı zamanda da güçlü ve haklı kişi kostümüyle değiştirmişlerdir. Çünkü şimdi erk asaları ve para muslukları ellerindedir.
“Ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin temel öğelerinden biri kural belirlemedir (prescription). Her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir, bu da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir bilince dönüştürür. Kısacası ezilenlerin davranışı belirlenmiş davranıştır; ezenin ilkelerini izler.” P.F
Yöneticilerimizin, şimdilerde, çeşitli torbalara koyarak bütün kamu emekçilerine dayattıkları yasalar, yasaklar ve kurallar, Paulo Freire’nin bu tespitiyle örtüşmektedir.  Ezenlerden çok şey öğrendiklerine ve ezen olma yolunda epey yol kat ettiklerine göre bu yasakçı kuralların, insan onurunu zedeleyen uygulamaların, meslekleri yerle bir eden yaklaşımların devamı da gelecektir. Şu anda yaşananlar sadece başlangıçtır. Üstelik toplumu kökten çürümeye götüren bir ilerleyişi bulunduğu için de bu gidişat son derece tehlikelidir.
İktidar, ezen olma rolünü en fazla ve en ağır biçimde aydınlar, sanatçılar ve alanı doğrudan insan olan meslek erbapları üzerinde oynamaktadır. İktidarda belirgin bir aydın düşmanlığı, almış başını gitmektedir. Ekranlardan bizlere, bu iktidarın bilgiye, sanata, bilime tahammülü yokmuş gibi bir görüntü yansımaktadır. Kim ki bir meslek sahibi, kim ki insan için çalışıyor gün boyu, kim ki kendilerinden daha bilgili veya yetenekli, ona düşman olunmaktadır. Törpüleme çabaları, sindirme politikaları, aşama aşama ilerleyip toptan yok etme haline dönüşmektedir.
Dışarıdan doktor getirmekle tehdit edilerek çalışma koşulları performansa bağlanan doktorlar için insan, vakti zamanında tıp fakültelerini tutturamamış ve doktorluk eğitimi alamamış yöneticilerin gazabına mı uğruyorlar acaba diye düşünmeden edemiyor. Ki bu yöneticiler, vakti zamanında hukuk da okuyamamışlar olabilirler. Ve sanki askeriyeye de kabul edilmemiş gibi bir hâl içindeler.  Ayrıca öğrenciyken öğretmenlerinden ceza almış olmaları da çok mümkün. Malum eskiden eğitimde ödül-ceza uygulaması yaygındı. Günümüzde ise öğretmene ceza uygulamaları yaygınlaştı.
Şimdi, yüksek puan alıp tıp fakültelerine girememe -o kapasiteye sahip olamama- hırslarını doktorlardan; hukuk okuyamama hınçlarını Danıştay’dan Yargıtay’dan, hâkimlerden, savcılardan;  askeriyeye kabul edilmemelerinin veya oradan uzaklaştırılmalarının acısını komutanlardan;  sınıfta ceza almış ya da yıllarca sınıf köşelerinde silik, sinik kalmış olmalarının öcünü öğretmenlerden mi alıyorlar diye soranları yadırgamıyor insan. Çünkü bütün bunların yaşanmış olması pekâlâ da mümkün gerçekten.
Bütün sosyolog ve psikologları bu konu hakkında ayrıntılı araştırma yapmaya davet ediyorum.  Zamanında, hastane, mahkeme, okul, askeriye gibi kurumlarda çalışan kişiler tarafından ezilmiş, sözle veya davranışla aşağılanmış olabilirler mi bu insanlar?  Yoksul ya da eğitimsiz oldukları için bu kişilerin çalıştıkları kurumlara gittikleri zaman kendilerini ezik mi hissetmişler? (Birçoğumuz yaşamışızdır o duyguyu aslında ama öç almaya kalkışmamışızdır. Acaba bunu yaptıran erki elinde bulunduruyor olmak mıdır?)  Yoksa her meslekte rastlanabilen, hani, o mesleğin yüz karası kişilerle mi karşılaşmışlardır?  Soruları çoğaltabiliriz. İşte bu sorularda geçen durumlar yüzünden öfkelenmiş, öfkelerini biriktirmiş, kinlenmiş ve şimdi bu öfkeyi-kini mi kusmaktadırlar, ekmeklerini özellikle de beyinleriyle kazananların üstüne üstüne?
Ülkede hiçbir kuruma, hiçbir mesleğe, hiçbir kişiye saygı kalmadığı görünen bir gerçek.  Eskiden, hiç kimseye olmasa bile yaşlılara saygı gösterilirdi. Artık, yazık ki o bile yok. Güzelim memlekette herkes birilerine saldırı halinde, birbirine düşman yaşayıp gitmekte. Halk öğretmene, doktora, hâkime, savcıya, askere düşman ediliyor. Bizzat en yetkili ağızlar tarafından hedef olarak gösteriliyorlar bu insanlar. Gün geçmiyor ki hasta yakınları tarafından dövülen bir doktor ekranlara çıkmasın; velileri tarafından hırpalanan öğretmenler, spikerler tarafından sorgulanmasın; maaşına zam isteyen emekçiler, “Aldığına şükret! Ne gözü doymaz insanlarsınız!” diye azarlanmasın; bilim insanları aşağılanmasın, hırpalanmasın; karşı duruş sergileyenler sabaha karşı toplanıp içeriye tıkılmasın…
Belli bir kesimin darbe beklentisi içine girip darbe yanlısı konuşmalar yaptığı ve Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde e-muhtıra olarak nitelendirilen yazıyı yayınladığı günlerden sonra bir yetkilinin hükümet adına, “Senin maaşını ben ödüyorum. Benden habersiz darbe yapamazsın.” anlamına gelen,  “Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan'a karşı sorumludur.” diye başlayan bir açıklamayla ekranlara çıkmasının hemen ardından halk arasında yükselişe geçen “Senin maaşını ben ödüyorum.” ifadesi büyük küçük herkesin diline pelesenk olmuştur.
Şimdilerde beyaz yakalılara karşı kullanılan en gözde cümle, işte bu “Senin maaşını ben ödüyorum.” cümlesidir. Aldığının yarısı vergi olarak kesilen beyaz yakalılara reva görülen bu cümle, aynı zamanda bu mesleklerin altını oyan bir makine işlevi de görmekte, toplum gözünde bu meslekleri değersizleştirmektedir. Bunların altında yatan neden, insanları doktor yerine üfürükçüye, okul yerine bizzat kendilerinin yaygınlaştırdıkları kurslara mı yönlendirmektir acaba?
Toplumun her katmanında, gözle görülür bir değer yitimi var, evet. Herkes herkese dilediğini söyleyebilmekte, veliler öğretmen veya müdürle mahalle kavgasına tutuşur gibi tartışmakta, daha da beğenmezlerse öğretmeni dövmekte, daha daha fenası yol ortasında öldürebilmektedirler. Keza doktorlar veya avukatlar da aynı saygısız ve kaba muamelenin kurbanı olabilmekte, çok uzak olmayan bir tarihte yaşandığı gibi, girilmesi bir hayli zor olan bir kuruma girip yargıç öldürebilmekte, sonra da suçu, varlığı hâlâ vücut bulmamış olan söylenti bir örgütün üstüne yıkabilmektedirler. Böylesi olaylar, adaletten umudun kesildiği toplumlarda yaşanan olaylardır. Adaletten umut kesildiğinde herkes kendi hakkını aramaya, cezayı kendisi vermeye kalkar. Bizde adaletten umut kesmenin yanı sıra bir de halkı bizzat böyle davranmaya teşvik yaşanmaktadır. Bu teşvik, içinde sık sık argo ifadelerin geçtiği cümleler, belden aşağı vurmalar ve kabadayı söylemleriyle oluşturulan üst rol modelle de desteklenmektedir.
Bu değer yitimi toplumun her katmanında var olduğuna göre, herkes herkese dilediğini söyleyip dilediğini yapabildiğine; özgürce kabalaşabildiği ve ceza hesabını kendisi kapatabildiğine göre, ileride kimin ayağına neyin dolaşacağını kestirebilmek de aslında oldukça güçtür. İnsan, gün gelir kendi kazdığı kuyuya kendisi düşebilir.  Tarih, ders almak isteyenler için ibretlik belgelerle doludur ve değerlerini yitiren toplumların ne zaman ne yapacaklarını kestirmek mümkün değildir.

Uygulanan bu bilinçli önemsizleştirme politikasında pek çok mesleğe karşı saldırı yaşanırken polislere şartsız bir teslimiyetin varlığı dikkat çekmektedir. Onlara kimse “Senin maaşını ben ödüyorum.” deme cesaretini henüz gösterememiştir. Bu durum, yönetenlerin hedefinde polislerin bulunmadığı düşüncesini doğurabilir. Kendi polis devletini oluşturan hükümetlerin, polisinin saygınlığını ayaklar altına atmaması, bu anlayıştaki yönetimler için normaldir de zaten. Ayrıca, orantısız güç kullanmayı seven polislere bu cümleyi söylemek de kuşkusuz deli cesareti gerektirmekte ve şimdilik bu cesareti kimse gösterememektedir.
“Gerçek yüce gönüllülük, sahte yardımseverliği besleyen nedenlerle mücadelenin ta kendisidir. Sahte yardımseverlik, korku içindekileri, boyun eğdirilmişleri, “hayatın reddedilmişleri”ni,  titrer ellerle avuç açmak zorunda bırakır. Gerçek yüce gönüllülük bu ellerin -ister bireylere, ister halklara ait olsunlar- yardıma, giderek daha az gerek duymasını, iş gören ve dünyayı dönüştüren insan elleri haline gelmesini sağlamaya çalışmaktan geçer.” der Paulo Freire, yine “Ezilenlerin Pedagojisi”nde.
Fakat günümüzde bu yüce gönüllülükten söz etmek olanaksızdır. Çünkü oy getiren bir yöntem olarak sahte yardımseverlik pek revaçtadır. Vatandaşını avuç açmak zorunda bırakan yöneticiler de avuç açan vatandaş da bu toplumsal çürümenin görünür nesneleri olmuşlardır. Bu uygulama, belli ki yoksulu düşünmekten çok toplumsal patlamaların önüne geçme ve çirkin bir oy toplama uygulamasıdır. Patlamaları önleyebildiği, sandıktan oy getirebildiği sürece de yönetenlerin baş tacı olacaktır.
Toplumu alttan alta oymanın bir başka aracı da sanatın gözden düşürülmesi çabalarıdır. “Vücudu besleyen yiyecek, ruhu besleyen sanat, aklı besleyen felsefedir.” demiş birisi, çok da güzel söylemiş. Okullardaki felsefe dersleri 12 Eylülden sonra neredeyse sıfıra indirildi. O günden sonra akıllarımızı besleyecek bir felsefemiz hiç olamadı.  Öyle ya, aslında ne gerekti bize akıl beslemek… Düşünen toplum, yöneticilere sorun çıkartan toplumdur, kendisine dayatılana körü körüne razı olmayan, soran- sorgulayan, itiraz eden, isyan eden toplumdur.  Bu, hangi yöneticinin işine gelir ki?
Şimdi de ruhlarımızı besleyen sanat, ellerimizin arasından kayıp gitmekte. Faili meçhul ölümlerle, 17 yaşındaki çocuğu idam etmesiyle, göz yumduğu veya bizzat yaptırdığı işkencelerle binlerce insanın ahını almış, nefretini kazanmış olan Evren’in, tarihin birinde bir nü resmin üstünü örttürmesi benzeri olaylar şimdilerde daha yoğun bir biçimde yaşanmakta. Karikatürler mahkemeye verilmekte, tiyatrolar kapatılmakta, heykeller yıktırılmakta, dünyanın hayran olduğu sanatçılar tu kaka ilan edilmekte… Tiyatro izleme terbiyesi almamış ya da istediği halde çeşitli sebeplerle alamamış bir genç kızın, oyun sırasında yüz elli polisin koruması altında sakız çiğnemesi ve bunun sonucunda, kendisine yöneltildiğine inandığı eleştiriye katlanamaması… Daha sonra da hoşnutsuzlukla salonu terk etmesi;  bir bakana, hem de sanatı ve kültürü savunması gereken bir Kültür Bakanı’na, Devlet Tiyatroları gibi bir kurumun kapatılabileceği sözünü söyletmekte… Birileri sorumu yanıtlasa ne iyi olur: Bütün bunlar çürü-t-me değilse nedir?
Bir süreden beri aileler ya da eski eşler, kadınları sokak ortasında öldürmeyi hak olarak görmektedirler.  Gün yok ki bir kadın cinayeti yer almış olmasın haberlerde. Cumhuriyet yönetimlerinin, bir miktar da olsa törpülediği töre cinayetleri son birkaç yılda tırmanışa geçmiştir. Gerçi bu yeni bir durum değildir ama olayların tırman-dırıl-ması toplumsal çürü-t-meyle yakından ilişkilidir.  Hüseyin Üzmezlerin önemli insan addedildiği, tecavüz vakalarında cezanın tecavüzcü yerine mağdur kadın ve çocuklara kesildiği zamanlardan geçmekteyiz. Çocuklara gözaltında kötü muamele edildiği, kaçırıldığı, öldürüldüğü bir ülkede yaşamakta ve hep birlikte çürümekteyiz.
HES projesi kapsamında ülkenin su rezervleri yok edilmekte, o bölgelerin bitki örtüsü öldürülmekte. Bütün dünyanın terk etmek için çalışmalara başladığı nükleer santralleri ülkemize kurmak gibi çılgınca projeler üretilmekte. Binlerce yıllık tarihi eserlerin üstüne, Aiaoni’de olduğu gibi beton dökülmekte. Yeni rantiyeler yaratmak ve köşe başlarını tutmuş kişileri daha da semirtmek için, zaten aklı iyice karışmış olan doğal döngüyü tamamen allak bullak edebilecek bir boğaz projesi düşünülmekte.
Bunların tümü akla zarar şeyler aslında, ama sunum öyle göz boyayarak yapılmakta ki iyi niyetli halkımız, çevresinde olup bitenlerin yararlı şeyler olduğuna inanmakta. Kaldı ki insanımız bütün vaktini televizyon karşısında geçiren, ekranlardaki şiddeti, oradaki ahlak çöküntüsüyle birlikte içselleştiren, iyi niyetini ve masumiyetini her gün biraz daha kaybeden, cin fikirli, çıkar düşkünü, üç kuruş için en yakınını feda edebilir insanlar olup çıkmakta.  Kitap okuyana pek sık rastlanmıyor.  Ezkaza rastlarsanız ona-onlara sıkı sarılın.
28.04/ 14.05.2011
Aysel Korkut

Anne Babalarını Yönetmeyi İş Edinen Çocuklar

27 Temmuz 2011, 07:33
Yeni bir çocuk modeli gelişiyor. Anne babasının ne yapacağına veya ne yapmayacağına karar veren çocuklarla doldu yeryüzü. Ataerkil veya anaerkil aileden çocukerkil aileye belirgin bir sıçrama var.  Çocuklar, her istedikleri yapılıp her olayda fikirleri sorulduğunda, yani kendilerine kendilerinin sevildiği ve değer verildiği gösterildiğinde bazen bunu yanlış algılayıp ailenin yöneticisi olduklarını sanabilmekte ve hadlerini aşıp sahiden de anne babayı yönetmeye kalkabilmekteler. Bu durum, çocuk küçükken belli ölçülerde kontrol altında tutulabilse bile ergenlik ve sonrasında aileler baskıcı ve agresif davranışlı çocuklarla yaşamak zorunda kalabiliyorlar.
Öyle ki bu çocuklar anne babalarının eve ne alıp ne almayacaklarına, ne yiyeceklerine ne yemeyeceklerine, nereye gidip nereye gitmeyeceklerine karar vermekle kalmıyor, hayatlarını nasıl yaşayacaklarını, kimlerle arkadaşlık edip kimlerle etmeyeceklerini, hangi gazeteyi okuyup hangisini okumayacaklarını, kaçta yatıp kaçta kalkacaklarını da tümüyle belirlemek istiyorlar. Mektuplarını açıyor, telefon mesajlarını kontrol ediyor, e-maillerini okuyor, hatta okuyamadıkları zaman anne-babalarına tuzak kurup yazışmalarını kaydedebiliyor, ezkaza kendilerinden gizlenmiş bir olaya rastlarlarsa anne-babalarını sorgulama, yargılama ve suçlayıp idama mahkûm etme hakkını kendilerinde görebiliyorlar.  Bütün bunlar yaşanırken haliyle bütün saygı ve terbiye sınırları da aşılmış oluyor.
Örneğin sigara içen anne babalara yönelik çocuk baskıları, gerekçe ne kadar haklı da olsa anne babayı çok yıpratıyor. Telefonlarının karıştırılması, mesajlarının okunması, anne ya da babanın yaşam alanına tümüyle girilmesi, anne ile baba arasında çözülebilecek veya çözülemeyecek sorunlara müdahil olunması, müdahil olmakla kalınmayıp bu durumda belirleyici kişi rolü üstlenmek istenmesi aile içindeki yetişkinlerin özel yaşamlarının ortadan kalkmasıyla sonuçlanıyor ve bu hâl de mercek altında tutulan insanı-insanları çok mutsuz, hatta hasta edebiliyor.  Ancak çocuklar bunu, anne-babayı sağlıklı yaşama yönlendirmeye çalışmakla iyi bir şey yaptıklarını ve onları kötülüklerden koruduklarını sanarak yapmayı sürdürüyorlar. “Annem ya da babam, böyle mutlu.” diye düşünemiyorlar.  Onları kendi hallerine bırakmamakta ısrar ediyorlar.  Kişisel yaşamlara hadlerinden fazla müdahale ettiklerinde bir çocuk olarak asla öğrenmemeleri gereken bilgileri öğrenip, hiç duymamaları gereken sesleri duyabiliyorlar.
Burada anne ya da babanın davranış rolü de etken olabiliyor. Anneye karşı kışkırtan baba veya babaya karşı kışkırtan anne modeli de çocukları yaşam boyu unutamayacakları bilgileri öğrenmeye götürebiliyor. Bütün bunların sonucunda hem anne - babanın hem de çocukların ruh sağlıkları bozulabiliyor. Anne-baba anlaşamıyorlarsa ayrılabiliyorlar, ancak birbirleri hakkında geliştirdikleri olumsuz düşünceleri çocuklarına yansıtan, hatta onları diğer ebeveyne karşı kışkırtan anne-babalar, bazen cehalet, bazen de kaybetme hırsıyla, çocuklarının ruhlarında iyileşemez yaralar açabiliyorlar.
Bu tehlikeli bir gidiş aslında. Çünkü sonrasında gelişen olaylar, çocuklarda, ancak biraz daha büyüdükleri zaman anlayabilecekleri ve ömür boyu içlerinde taşıyacakları vicdan sızıları yaratabiliyor.  Sonrasında ise bu vicdan sızılarından kurtulabilmek için sağa sola saldırıp, onu bunu karalayıp, kendilerinden başka herkesi suçlayıp kendilerini aklamaya çalışarak yaşıyorlar. Fakat kimi suçlarlarsa suçlasınlar gelişen olaylardaki kendi paylarını da unutamıyorlar.


Eskiyi övecek değilim. Ancak çocukerkil aileyi oluşturan ne yazık ki bizim neslimiz oldu ve olmakta. Bunun sebebini ben, bizlerin aileden yeterli sevgi göremeyişimize ve aile içinde pek söz hakkımızın olmamasına bağlıyorum. Bize sevildiğimiz asla söylenmedi. Bir kere bize sarılmadı anne babalarımız, bizi neredeyse hiç öpmediler. Bizim neslimiz bu durumu sevgi eksikliği olarak yorumladı ve çocuklarımıza bu yüzden bütün sevgimizi açıktan verdik. Sevdik ve bunu belki de gereğinden fazlasıyla gösterdik. Anne babalarımız da bizleri seviyorlardı kuşkusuz, ama galiba bunu çok fazla göstermeyişlerinin bizim bilmediğimiz bir sebebi vardı. Kendi anne-babalarımıza tepki olarak biz kendi çocuklarımızı kararlarında alabildiğine özgür bıraktık.  Aile içinde onlara söz hakkı verdik. Bir şey yapılacağı veya eve bir şey alınacağı zaman fikirlerini sorduk.  Gün oldu her kararı onların isteklerine göre aldık. Böylelikle onlara “Bu ailede kararları senden/sizden başkası alamaz.” mesajı vermiş olduk. Ve çocuklarımız sınırlarını öğrenemediler. Yazık ki nerede durmaları gerektiğini bilmeyen ergenler oldular.  Nerede durmaları gerektiğini onlara hayat öğretecek, üstelik yerden yere vurarak. Bilmiyorum iyi mi yaptık, kötü mü?
18 Nisan 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Mesude Ersan tam da bu konuyla ilgili araştırma yapmış ve bir makale yazmış. Yazısının girişinde şunları söylüyor:
“Artık evin tek patronu onlar. Evin kral veya kraliçesine dönüşen zamane çocukları, eğitimli, orta ve üzeri sosyo-ekonomik düzeyden anne ve babalarının iplerini elinde tutuyor. Ebeveynler ise hayatlarını çocukların mutluluğu üzerine kurmuş, itaatkâr tebaaları. Babanın araba markasına, annenin saç rengine ve ne giyeceğine, kardeş yapılıp yapılmayacağına, hangi kanal ve programın izleneceğine, ebeveynlerin birlikte yatıp yatmayacağına, tatile gidilecek otele, yemek yenecek lokantaya kadar bütün kararları onlar veriyor.” Ersan, yazısında çocukerkilliğe yatkın aileler için de şunları sıralamış:

ÇOCUKERKİLLİĞE YATKIN AİLELER * Anne-baba yaşının ileri olduğu aileler
Tek çocuklu aileler
* Tek ebeveynli aileler 
* Çocuğun evlatlık olduğu ya da çok geç doğduğu aileler 
* Çocuğunun geçmişinde ciddi sağlık sorunu bulunanlar 
* Travmalar bulunan aileler 
* Anne ya da babanın bağımlı kişilik yapısına sahip olduğu aileler
Ben bu listeye, ebeveynlerden birisinin herhangi bir sebepten dolayı ‘tu kaka’ ilan edildiği ve ‘iyilik kişisi’ kabul edilen ebeveynin etrafında kümelenmiş çocuk ya da çocukların bulunduğu aileleri de eklemek istiyorum.  Özellikle de bu grup, ‘tu kaka’ ilan edilene, ‘iyilik kişisi’nin de önemli katkılarıyla zulüm bir hayat yaşatabilmekteler.  Ve eğer bu zulmün sonunda eziyet edilen kişiyi hasta etmeyi başarmışlarsa, kendilerinin dışında bir suçlu arama ve ona saldırma telaşına düşmekteler.
Kısacası çocuk masumiyeti ve çocuk bağışlayıcılığı, kontrolsüz hak ve özgürlüklerle donatıldığında çocuk-ergen acımasızlığıyla yer değiştirebilmekte… Umudum, bu genç diktatörlerin, kendi anne babalarının nerede hata yaptıklarını keşfedip kendi çocuklarında sevgi ve özgürlüğün dozunu ayarlamayı başarabilmesinde.
                                                                                                                       Aysel Korkut