17 Aralık 2013 Salı

Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar







Çok ince atasözlerimiz olduğu gibi çok kaba atasözlerimiz de var. Ayrımcılık yapan, ötekileştiren, ötekileştirdiğiyle alay eden, onu aşağılayan, bazen de yücelten... türlü türlü atasözü...   Bunlardan bazıları hayvanları aşağılıyor, bazıları engelli, bazıları ırk, bazıları ulus, bazıları yoksul, bazıları varsıl ayrımcılığı yapıyor; ancak bazı durumlarda öyle cuk diye oturuyor ki o sözler, insan o sözlerdeki ayrımcılık unsurunu affedemese bile en azından hoş görebiliyor.


Kişinin kendisinde bulunmayan bir şeyin, birden bire çok çok fazlasına kavuşmasından söz ederken "Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.'' diyor atasözü ki Allah, bazen bile değil neredeyse her zaman, sanki dağıtım kepçesinin adalet mandalı hep arızalıymış gibi  sahiden veriyor öyle bol bol, doğuştan torpilli ya da sonradan ''Yürü ya kulum.'' dediği bazı kullarına, biliyoruz.  Ancak doğuştan değil de sonradan fakat birden bire buldumcu, yani bir göz isterken ikisine birden sahip olanlar her şeyi çok çok bulunca doğal olarak kendilerini kaybediyorlar ki atasözü, içinden kıkır kıkır gülerek ve sahiden eğlenerek, onlar için de ''Görmemişin bir oğlu olmuş, tutmuş çükünü koparmış.'' diyor.

Çıkarları gereği çevresinde olup bitenleri görmemiş gibi davrananla duymamış gibi davrananların sıkı işbirliği ve muhabbetlerinden söz ederken ''Körlerle sağırlar birbirini ağırlar.'' diyor, ki bu sözün ete kemiğe bürünmüş halini çokça görüyoruz etrafımızda her gün, her saniye, fakat işte her ne hikmetse bazen bir şeyler oluyor, belki de ibreti alem için, çıkarlar çatışıyor falan ve ittifaklar bozulabiliyor.

Sahtekarlık, hırsızlık,dolandırıcılık,  ahlaksızlık, edepsizlik gibi kötü huyların bulaşıcı olduğunu anlatmak için yine yazık ki günahsız körlerle şaşıları harcayarak ''Körle yatan şaşı kalkar.'' diyor mesela atasözü, sonra çoğunluğu bilgisiz ve cahil olan toplumlarda bilgisi varmış gibi görünen kurnazların başa geçebildiğini, toplumu yönetmeye soyunabildiğini anlatmak için ''Körler memleketinde şaşılar padişah olur.'' diyor, sanki bugünümüzün kaderi binlerce yıl öncesinde yaşayan atalarımızın o sözüyle çizilmiş gibi.

''Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.'' derken, bekle bir gün mutlaka çıkar demek istiyor, fakat bununla yetinmiyor, bütün hukuksuzlara   gözdağı verir gibi ''Bugün banaysa yarın sana." diyor ve bir de ekliyor: "Papaz her gün pilav yemez."

"El için kuyu kazan önce kendisi düşer." derken de eğleniyor yine kendi kendine atasözü, belli ki bir bildiği var, "Kendi düşen ağlamaz." derken bildiği net bilgi gibi.   

"Minareyi çalan kılıfını hazırlar." diye hakları gasp edilenlerin içine kara bir umutsuzluk ağı örerken öte yandan "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar." diyerek insanın içine iyi gelecek bir ferahlık üflemeyi de unutmuyor.

Her ne demişlerse hepsini doğru söylememişler atalarımız ama bazen çok doğru sözler etmişler açıkçası.
Bir Kenya atasözü, hiç mecaza falan kaçmadan "Filler tepişirken çimenler ezilir." dese bile, "Dağ ne kadar yüce olsa da yol üstünden aşar." diyen atalarımın ellerinden öperim.

Aysel Korkut


foto: geyikmerkezi.com 

6 Ekim 2013 Pazar

SUSMAK NEDİR Kİ YOKLUKTAN BAŞKA?

Susmak nedir ki yokluktan başka?


İnsan, konuşulan konu hakkında söyleyeceği ya da söyleyebileceği artı bir şey yoksa susar, bilgisi yoksa susar;  ya da  konuşulanları çok basit buluyor ve katılmayı gereksiz ve boş bir iş olarak görüyorsa susar. Bir şey söylenemeyecek kadar abes durumlar karşısında susar, hayrete düşüren durumlar karşısında da öyle. Ve karşısındaki asla anlamak istemiyorsa  susar insan ya da söz bittiğinde, iletişim kesildiğinde susar. Söylenecek söz ya yalan olacak ya da karşıdakini kaybetmeye ya da en azından incitmeye zemin oluşturacak  bir şeyse susar.  İçinden konuşmak gelmiyorsa susar. Konuyu değiştirmek istediğinde susar. 

Söyleyecek bir şey bulamadığında susar. Çaresizlikten susar. Karşısındakinin sabrını sınamak için susar. ‘Ağır ol da molla desinler’i şiar alarak önemli görünmek için susar. Konuyu ya da karşısındakini önemsiz bulduğu için susar. Sonra korktuğu için susar, çekindiği için susar. Sindirildiyse susar. Yanlış yaptıysa ve suçluysa susar. Doğru olduğuna inandığı halde, karşısındakine yanlış görünecek olayların açıklanması sırasında yetersiz kalacağına inanıyorsa susar. Camus’un dediği gibi umutsuzluktan susar: 

“Umutsuzluk susar. (Fakat) Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşursa bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur.” ( Albert Camus)

Ah insan! Duymamış gibi yapar susar, aldırmıyormuş gibi yapar susar, bakışlarına bir önemsemezlik yerleştirip susar, kızgınlık anında söyleyecek bir söz bulamadığında susar; sana ne bundan, sen ne hakla sorabilirsin bana böyle bir şeyi demek istediğinde  susar. İncindiğinde de susar insan, hem de en çok incindiği zaman susar.

Her susku bir şeyler anlatır. Her sessizliğin bir anlamı vardır. Susar insan ve susarak bir şeyler söyler, “Ben susuyorum sen anla.” demektir karşıdakine susularak anlatılan bazen, bazen de “Sana verilecek yanıtım yok.” demektir kısaca ya da “Seni ilgilendirmez, her işe burnunu sokma.” demek, “Seni önemsemiyorum, vaktimi ve enerjimi senin için harcayamam.” demek. “Sus ve git! Beni meşgul etme!” demek. Ve belki, “Seni üzmekten, seni kaybetmekten, seni incitmekten korkuyorum.” demek.

Susmak her zaman kırar insanları. En ağır sözden bile etkilidir bazen, en acı haberden bile daha üzücü, en keskin eylemden daha delici.

Ve bazen de kabadır susmak Nietzsche’nin dediği gibi: “Hem bana öyle geliyor ki en kaba söz, en kaba mektup bile susmaktan daha yüreklice, daha dürüstçedir.  Susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten yoksundurlar; bir itirazdır susku; yutmak zorunlu olarak kötü kılar kişiyi, -mideyi bile bozar. Susanların hepsi de sindirim bozukluğu çekerler.- Görüyorsunuz kabalığın değerini düşürtmek istemiyorum; en insanca karşı koyma yoludur o, çıtkırıldım çağımızda en başta gelen erdemlerimizden biridir.”

İletişimin tıkandığı noktadır kiminde susmak, tıkanıklığın başlangıcı, sonu hazırlayıcı nokta; kiminde ise çok nadir de olsa, susulan o kısacık sürede empatiye, anlamaya, anlatmaya gebe.

İnsanlar suskuları çoğalttıkça boyutu artarak aralanır ilişkiler. Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başladığında başlar çürümeye sevgiler, güvenler. Susulan noktalar ne kadar çoksa, paylaşım da o denli sekteye uğrar ve bir gün -hep kavgayla gürültüyle, hakaretle, tehditle tüketilmez ya- sessizliğin ortasında tümden biter, yiter sözcükler.

Ne kadar çok karanlık nokta, ne kadar çok sır, ne kadar çok paylaşılmayan  varsa iki insan, iki toplum, iki grup, iki sevgili, iki eş, iki kardeş, iki arkadaş arasında, o kadar da sorun var demektir. Başka nedenler aramaya gerek yoktur, çünkü sorun paylaşılmayanlarda gizlidir.

Ne diyelim, tepki olarak susar insan bazen de… öfkeyle susar. (Susmaların en önemlisi, en anlamlısıdır söyleyelim de unutuldu sanılmasın: Bir de söyleyecekleri başkalarına zarar verecekse susar insan. İşkenceler karşısında bile susar. O susmak, bu susmalara benzemeyen bir susmaktır. Farklıdır, onurludur, gereklidir, zordur ve konumuzun dışındadır.)

“Pes artık!” dediği noktada susar insan. Şaşkınlıktan susar. Ne söylese boş olduğunu görünce susar. Sabırla susar, inatla susar, konuşursa tek başına kalmaktan çekindiği için susar. Çok tepki almaktan ürktüğü için susar. Cezalandırılmaktan korktuğu için susar. Sindirildiği için susar, konuşmak yasaklandığı için susar. Ölüm tehditleri aldığı için susar.

Fakat bir de konuşmaya başlarsa öfkeyle susan, korkuyla susan, sinerek susan, tehditle susan, incitmemek için, incinmemek için susan, söze nereden başlayacağını bilemediği için susan… o zaman yer yerinden oynar.

Susmak, potansiyel vurucu, vurduğunu öldürücü bir eylem biçimidir. Fakat korkudan susmak bu susmadan farklıdır ve korkarak susanlara, “susma, sustukça sıra sana gelecek” deriz en gür sesimizle, demeliyiz.

Çünkü her insan kendi sözünü söyleme, kendini, kaderini, çevresini ve dünyayı adlandırma hakkını kullanmalıdır ve sözün yeni bir güç, yeni bir güven, yeni bir nefes, yeni bir yaşam kazanmasına katkı sağlamalıdır. Susmak güçlüdür evet, ama tek başına asla çözüm getirmeyendir ve bazen de susmak yokluktan başka bir şey değildir. Yok değil, var olmak için söyleyelim. Sözler, söylenmek için vardır, hiçbir sözcük susmak için değildir.


Aysel Korkut 2001/2013

16 Ağustos 2013 Cuma

99 DEPREMİ


99 depremiyle ilgili bir takım iddialar dolaşıp durdu ortalıkta, ama ciddiye alıp da bu iddiaların üstüne giden olmadı, olduysa da… ya bir sonuca varılamadı ya da ben iyi takip edemedim. Bu depremden sonra Deprem Dede unvanını alan rahmetli Ahmet Mete Işıkara’nın, dönemin başbakanı yine rahmetli Bülent Ecevit’e öyle bir iddianın gerçek olamayacağını söylediğini anımsıyorum.  Fakat iddialar, Amerika’nın ve İsrail’in yıllardır yapıp ettikleriyle karşılaştırılınca, bunlara “Hadi canım sen de, asla olamaz böyle bir şey, bu da başka bir komplo teorisidir.” demek de müzmin septiklerle internet sayesinde kuşkuculuğunun boyutu günden güne paranoyaya evrilen birçok insan için çok mümkün değildi.(1)
 “Ölüp giden bebeklerle çocukların suçları neydi peki?” diye sormayan bir takım aklı evvele göre de bir tür cezaydı bu deprem.   
Şuydu ya da buydu, ama sallanıp devrilen yerlerden biri de İstanbul olunca acıyı herkes duydu, yoksul-varsıl herkes çaresizlikte eşitlendi, herkes, herkesin çaresizlikte eşitlenmesine şaştı. Yurt içi yurt dışı ayağa kalktı, herkes Marmara’ya yardıma koştu…
Deprem, bütün küçük hesapları ikinci plana iterek öne çıktı.
Şehirler günlerce dayanışma, yardımlaşma, paylaşma koktu.
Ancak… Depreme, göz, böbrek vb. organların mafyalarıyla altın diş, bilezikli kol telaşına düşen lağım fareleri de koştu. Halkların yardımını iç etmek için koşanlar da oldu. Her yerde ve her zaman olduğu gibi bu koşanlar arasında da iyiler ve kötüler vardı.
Depremde ölenlerin sayısı, halkı yalanla uyutma çarkına uysun diye kamuoyuna yanlış aktarıldı, eksik açıklandı. Ama şehirler, Adapazarı, Yalova, İzmit, İstanbul günlerce korku koktu, ölü koktu, ölüm koktu.
Tedbirsizlik ve müteahhitlerin para hırsları lanetlendi. İnşaatları denetlemeyen ya da her türlü çürük yapıya rüşvetle ‘olur’ veren belediye-ci-ler es geçildi, lanetlenenler listesine alınmadı.
6286 kişi ihmalden yargılandı, depremin faturası Veli Göçer adlı bir müteahhide çıkarıldı. Çınarcık’ta yaptığı yazlıklar, 17 Ağustos depreminde 195 kişiye mezar olan bu müteahhit, 7.5 yıl sonra tahliye edildi.(2)
Evleri depremin değil, malzemeden çalmanın yıktığı anlaşıldı, 2001 yılında yeni bir Deprem Yönetmeliği çıkartıldı. Ancak, 2001 Afyon depreminde yeni yapıldığı için neyse ki içine kimsenin taşınmamış olduğu apartmanlar çöktü. Bir yerlerde bir deprem anıtı çöktü.
“Sesimi duyan var mı?” cümlesi o zalim geceden, 16 Ağustos 1999’u 17 Ağustos 1999’a bağlayan geceden sonra anlam değiştirdi, birden bire çok önem kazandı, o cümleyi duyan gözler canlandı, cümle can kazandı.
Oğlum yedi yaşındaydı. Yurt dışındaki evine dönmek için deprem şehirlerinden geçerken yıkık evleri, çaresiz insanları gördü… Başını koltuğa gömdü, aşağı inmedi, pencereden bakmadı, kimseyle konuşmadı. “Türkiye” denilince yıllar yılı hep depremi anımsadı; onun için Türkiye demek deprem demek oldu.
On dört yıl önce bu gece, şu saatlerde, resmi raporlara göre 17.480, resmi olmayan bilgilere göreyse yaklaşık 50.000 insan enkaz altında; yetmiş milyon insan ise toprak üstünde ya ölü ya yaralı ya da yürekten yaralıydı…
                                                                                                                                         Aysel Korkut
KAYNAKÇA:
(1)    Komplo teorisi: https://eksisozluk.com/entry/1935236




14 Ağustos 2013 Çarşamba

SÖZCÜKLER



“Her şeyin kullanılmamışını bulmak mümkün; az kullanılmışını, çok kullanılmışını, hor kullanılmışını, özenli kullanılmışını, hiç kullanılmamışını. Satılmamışını, yatılmamışını, bir köşede unutulmuşunu...  Yenisi geliverince hükümsüzleştiği için kullanılmadan çatı katına kaldırılmışını, alınırken aceleye getirilip, eve götürülünce beğenilmediği için hiçbir gün öncelik sırasında yer alamamışını, özelliklerinden dolayı tenezzül edilmemişini... Gözden sakınıldığı için kullanmaya kıyılamamışını, koklamaktan ötesine cesaret edilememişini, yanına yaklaşılamadığı için dokunulamamışını...
Evet, her şeyin kullanılmamışını bulmak mümkün; uzaktan bakılanını, özlemle anılanını, ulaşılamayınca mundar olanını, kayda değer bulunmayanını, satın alınamayanını, gönlü edilemeyenini, sahip olunamayanını... Bulmak mümkün.
Sözcüklerin peki?  Bu “her şey” içinde sözcükler de var mı?
Özenli kullanılanı, özensiz kullanılanı, sevgi sözüyken küfür gibi duranı; küfürken sevgi anlatanı... göz oymak istermiş gibi bir etki bırakanı;  gerçekte göz oymak isterken süslenip püslenip riyaya bulaştırılanı, istenen şey elde edilene kadar cicimlerle donatılanı,  bağırtanı, çağırtanı, kahkahayı ağlatanı, gözyaşını güldüreni, hüzünlendireni, az düşündüreni, çok düşündüreni, düşünmeden ağızdan çıkıvereni, düşüne düşüne, ölçüle biçile söyleneni;  “ayı”yı “dayı” diye seslendireni... Ortamı sulandıranı, yalana batırılanı, caydıranı, ayak kaydıranı, yoldan çıkartanı, duyanı kararlı kılanı, güce güç katanı, kendini bulduranı, saçını yolduranı, sevince boğanı, derinden sarsanı, insanı aklını oynatmaya kadar getirip oracıkta bırakanı ve hatta çıldırtanı... Kendinden kaçırtanı, kendine çağıranı, dağıtanı, toplayanı, toparlayanı, havalara uçuranı, yay gibi gereni, düşüreni, kaldıranı, insanı katil yapanı, yılanı deliğinden çıkartanı... Yatıştıranı, barıştıranı, küstüreni, düşman edeni, mide bulandıranı, kandıranı, ikna edeni, sevdireni, özleteni, bıktıranı, nefret ettireni, coşturanı, korkutanı, yıldıranı, sindireni, tövbe ettireni, imana getireni, imandan ettireni, rüyalara gireni, tehdit edeni... Kulaklarda hoş bir tını bırakanı, özlemle anımsananı, duyulmak istenmeyeni, unutulanı, unutulmak isteneni, unutturanı, unutulmayanı;  tuş edeni, tuş ettireni, pes dedirteni, öldüreni, böleni, bütünleyeni, bitireni, başlatanı, birleştireni, ayıranı, yücelteni, yerin dibine batıranı...
İyi niyetli, ya da kötü niyetli kullanılanı, sevileni, sevilmeyeni, hakkı yenileni, kadri bilineni, hak ettiğini bulamayanı, bulduğunu bilemeyeni, bilip de söylemeyeni, söylemek isteyip de beceremeyeni, kullanılmaktan kaçınılanı, ağzın içinde yuvarlananı, kullanılmaya doyulamayanı, dillendirmeye kıyılamayanı, bal damlatanı, zehir saçanı, ödül vereni, ceza dağıtanı... Sonuçta bir şekilde kullanılanı... Az ya da çok... az ya da çok... az ya da çok...
Hiç kullanılmamış sözcük yok. Yok. Yok.”


“Ben bir yazarım.” dedi kadın. “Ama yazmıyorum.”
“Peki neden yazmıyorsun?”
“Kullanılmamış sözcük bulamadığım için!”
“Kendi kendinle konuşmaya başladın da ondan.” dedi kadına kendi sesi. “Kendi kendinle konuşmayı sever oldun son zamanlarda. Aynalarda değil canım, yolda, sokakta, klavye başında, telefonda birileri ile konuşuyorken falan da...  hatta azıtıp bankamatiklerle, web sayfalarıyla, şiir siteleriyle, boş mail kutularıyla, ekranda vara yoğa konuşup duran, sözcükleri savurganca harcayan ve seni kızdıran adamlarla... Eskiden birileriyle konuşmayı ama niyeyse yüksekten yüksekten konuşmayı severdin, şimdi sadece bakıyorsun, sonra da ekran koruyucunla konuşuyorsun.”
“Hayır.” dedi kadının öbür sesi. “Sözcüklerimi kendime saklıyorum ben. Onlara kıyamıyorum. Konuştuğum zaman uçup gideceklerini sanıyorum. Uçup gideceklerini ve bir daha bana dönmeyeceklerini. Artık her birinin benim tarafımdan kullanılmış ve eskitilmiş olacağını da düşünüp korkuyorum bazen. Ne eskimelerini, ne de uçup gitmelerini istiyorum.  Onları kırmak, incitmek, ürkütmek, acıtmak istemiyorum.  O söylediğin şeylerle konuştuğum gerçek değil, sen uyduruyorsun onları.”
“Kullanmak istemiyorsan, bir gün,  bir köşede unutacaksın demektir. Herkes ihtiyarlayınca unutur sözcüklerinin çoğunu.”
“Ben yaşlanacağım ama ihtiyarlamayacağım. Sözcüklerimi unutmadan öleceğim.”
“Ah ne hoş! Kendinle birlikte gömülsünler diye mi kıyamıyorsun? Onların hepsi zaten defalarca kullanılmış senden önce. Sen kullanmasan kimin umurunda? Hem ne işe yarar ki kullanılmayan sözcük? Sözcükler kullanılmak için değil midir? Onlar, biz kullanalım diye varlar sayın bayan.”
“Kurban kesen insanların savı gibi senin savın da. Kurbanlık koyunlar biz kesip yiyelim diye yaratıldılar dercesine söyledin, onlar biz kullanalım diye varlar sözünü.”
“Acıktın sen, söylemeye acıktın ama söylemiyorsun. Haftalardır yemek yememiş bir insan kadar açsın oysa sözcüklerine. Hadi ye artık yemeğini.”
“İçine bir avuç acı biber katılmış senin yemeğinin. Kaldır onu önümden. Haftalardır aç da olsam böylesi bir acıyı yiyemeyeceğimi bilmez misin sen benim?”
““Kemalettin Tuğcu okuyarak büyümüş zavallı kurban nesilden bu da.”  derler bu sözlerini duyanlar, acılardan söz etme. Yemene bak sessizce.”
“Acı varsa acıdan söz edilir, acı dilini damağını yakıp kavuruyorken tatlıdan söz edemezsin. Etsen bile ihanet olur bu.”
“Bilgeliğe soyunmak anlaşılan senin niyetin. İstersen sen de bir mağaraya git ve inzivaya çekil diyeceğim ama bunu yaparsan beni de sürüklemiş olursun oralara. Doğrusu ya hiç işime gelmez bu. Dünya nimetlerinden yararlanmak varken, gidip de ilk insanlar gibi yaşamayı kim ister?”

“Ben isterim. Ve eminim bunu isteyecek başkaları da var.”  

29 Temmuz 2013 Pazartesi





nasılsın diye sorsaydı iyiyim, çünkü sana aşığım diyecektimsormadıaşk düştü elimden gözbebeği kırıldımercekle bile toplanmaz artıkkırıklar can kırıklarına karıştı aysel korkut 


27 Temmuz 2013 Cumartesi

SOSYAL PAYLAŞIM SİTELERİ

Sosyal paylaşım sitelerini bir süngere benzetiyorum, duygu emici bir süngere… Ve aynı zamanda duygu püskürten bir buhar makinesine... Sonra, aslında bu ikisinden de daha usta işi bir supap olduğunu düşünüyorum bu sitelerin.  Ve son olaylarda yaşayıp öğrendiğimiz üzere, aslında hiç de yalnız olmadığımızı, birlikte ne kadar büyük bir güç olabileceğimizi gösteren bir aynaya… Öfkeyi güç olarak depolayan bir akümülatöre…
Ama nasıl olur, aslında ya emen ya püskürten ya da gerektiği kadar geçişe izin veren olması gerekmez miydi?  Neden üçü birden? Ya bir de kendi gücünü sana yansıtan ayna, öfkeyi güç olarak depolayan akümülatör oluşu?
Öncelikle öfkeye bakalım: Öfkelenen kişi, öfkesini kusan birkaç satır yazıyor kendi alanına ya da duygularına tercüman olan bir özlü sözü, bir videoyu ya da nasıl olsa birilerinin zaten yazmış olduğu, yazmaya kalkmış olsa kendisinin de pek farklısını yazmayacağını düşündüğü bir yazıyı paylaşıyor.  (Oh ne ala memleket, rahatladım gitti!) Derken beğenenler çıkıyor paylaşımı, kişi yalnız olmadığını görüp biraz daha rahatlıyor.  Sosyal paylaşım sitesi adlı sünger, öfkeyi işte böyle emiyor. Ancak, öfkesini kusan kişi bunu yaparken aynı zamanda başkalarına öfke pompalayan bir buhar makinesi işlevi de görmüş oluyor. Öfkeyi başkalarına bulaştırıyor. Ama sorun yok, supap işbaşında nasıl olsa: Bulaşıcı öfkeyi alan şahıs da virüsü ilk pompalayan kişinin yaptığının aynısını yapıyor ve o da öfkesini aynı arenada kusup rahatlıyor. Bu, birbirinin tıpatıp aynısı eylemler, günlerce dolaşıp duruyor sayfalarda. Derken başka bir öfke yaratacak yeni bir olay düşüyor gündeme. İlk öfkeye ait işlem böylece tamamlanmış oluyor. Sosyal patlamalara sebep olabilecek öfkeler sükûnete kavuşuyor, sessizliğe gönderilip balık hafızalara emanet ediliyor ki bu çok önemli bir nokta, çünkü balık hafızalar öfkeyi korumuyor, silip atıyor, yok ediyor. Ülkeden sosyal patlama beklentisi içine giren bir avuç hayalperest maceracı ise böylelikle yine işsiz kalıyor. İyi mi kötü mü siz karar verin. (demiştim bundan üç beş ay önce. Yani Gezi’den önce…)
Yalnızlık duygusunu da sünger gibi emiyor paylaşım siteleri. Sabah kalkar kalkmaz bilgisayarın başına geçiyor çünkü yalnız insan, sokağa çıkıp kalabalıklara karışmış gibi aynı. Üstelik sokakta bir tanıdığa rastlamamışsa kendisini dinleyecek kimse bulamayacakken bu sitelerde pek çok dinleyici bulabiliyor.  Yazışıyor, paylaşıyor, var olduğunu herkese gösteriyor. Sonra derken bir şeyleri yorumluyor, aptal olmadığını, kendisinin de düşünen birisi olduğunu, bir fikre sahip bulunduğunu önce kendisine, sonra herkese ispat ediyor. Ortamda yığınla insan olduğuna göre yığınla da yalnız olduğunun ayrımına varıp yalnızlığın sadece kendisine has olmadığını kavrıyor. Yalnızlığı yalnızlarla paylaşarak yalnızlık duygusundan kurtuluyor. Fakat yalnızlık duygusu, bazen insana umutsuz şeyler yazdırdığında etrafına ‘yalnızlık hissi’ pompalayan bir makineye dönüşüyor.  Yine sorun değil, çünkü supap yine işbaşındadır. Ancak bu kez durum biraz daha farklıdır. Çünkü aslında gerçek yaşamında hiç de yalnız olmayan kişiler de bu yalnızlar ortamına sürüklenip, gittikçe kendi ev ortamlarından uzaklaşarak gerçek yalnızlara dönüşebilmektedirler. Her iki şekilde de yalnızlık paylaşılmakta ve bu duygunun eziciliği bu siteler sayesinde azalmaktadır. İyi mi kötü mü? Bence hem iyi hem de kötü.  
Bu siteler, sadece duygularda değil, bazı heveslerle bazı rahatsızlıklarda da bu sünger- pompa-supap üçlüsünün iyileştirici gücünü insanlara sunmaktadır.  Biri bizi gözetliyor programları, evlendirme programları gibi programların izleyicilerinin (aldıkları haz ne kadar ahlakidir artık tartışılmıyor bile ve çoğunluk, yaptığının röntgencilik olduğunun ayırdında bile değil.) ekran başında alıştıkları röntgencilik davranışlarını doyuracak reçeteler de hazırdır sosyal paylaşım sitelerinde:
Gözetle, işte sana renkli, parlak ve aydınlık görüntülerle dolu kocaman bir anahtar deliği.  İstediğini istediğin gibi seyret.
Muhbirlere, ilgi alanlarına göre fırsatlar sunan bir başka reçete: Al sana tehlikeli fikir sahipleri, adlarını not al ve gerekli yerlere bildir. Fikirlerini yok edemezlerse kendilerini yok ediversinler. Al sana LGBT bireyler, adlarını not al ve ilgili kişilere ilet. Geceleri transseksüellere müşteri olup, gündüzleri etrafına transseksüel nefreti yayan saldırganların önüne at onları. Al sana, kolay kandırılabilecek acemiler. Al sana, çok basit bir işlemle sayfası ele geçirilebilecek ve seni onun adı üstünden onun çevresine ulaştırabilecek teknoloji engelliler…
Teşhirciler için ise kendilerini sonuna kadar teşhir edebilecekleri, değerli uzuvlarını gururla sergileyebilecekleri mekânlardır sosyal paylaşım siteleri, boy boy fotolar, süzgün bakışlar ve ilgi alanımıza girmediği için çok da bilmediğimiz mor ötesi durumlar.
Pedofililer için binlerce çocuk “arkadaş” edinme fırsatı. Ciddi, önemli, tehlikeli, hayati bir sorun…
Röntgenciler gözleyecek anahtar delikleri buldukları için, muhbirler ihbar edilecek kişilere kolayca ulaşabildikleri için, teşhirciler de kendilerini bu ortamda sergiledikleri için belki sokaklar bir süre sonra sosyal paylaşım sitelerinden daha güvenli yerler haline gelecektir. Kim bilir… En azından sokaklarda yaptığınız her şey kameralı alanlar dışındaki yerlerde kaydedilmemektedir. Bu sitelerde ise her an kayda geçmektesinizdir. (Kameralar güçlünün güçsüzü öldürme anında gökyüzüne doğru çevrilmeden önce yazılmıştır. Doğru mu yanlış mı siz karar verin.)
Ateşi söndüren, onun yakıp yıkma ihtimalini bir avuç tehlikesiz külün eylemsizliğine çeviren bu sitelerin, paranoyayı kışkırtan zararlarıyla birlikte yine de insanlara iyi gelen pek çok yanı olduğu kesin. Hatta bazıları için fırsat kapıları dahi var.  
Obama'nın başkan seçilmesinde internet ve paylaşım sitelerini başarılı kullanmasının payı olduğu söylenmişti. Alın size siyasi başarı fırsatı! Gökçek için durum ne gösterecek, bekleyip göreceğiz.
Alışveriş siteleri sayesinde sermayeye yeni pazar ortamı, satıcı için kolay ulaşılabilir müşteri, gelsin ticari başarı!
İki kardeş, bizim türküleri İspanyolların müziğine benzetip ünlü olmuşlardı, bu da meraklıları için ünlenme fırsatı. 
“Senden gizleneni öğren, olayların aslından haberdar ol, anında haberdar ol; medyanın çıkarlarına ters düştüğü için hiçbir tv kanalının yayınlamadığı bilgilere ulaş ve bunları paylaş; unutturulmak istenenleri sık sık hatırla, hatırlat, asla unutma, unutturma, tepkini göster, gerekirse toplaş, sivil gücünün büyüklüğünü tanı, bu gücü ciddiye almıyorlarsa eyleme geç, sivil itaatsizlik yöntemleri yarat, yaratıcılığını kullan, üret, susma, isyan et.” İşte bu çok yeni bir yanı sosyal paylaşım sitelerinin.
Otoriteyi öfkelendiren, zaman zaman dize getiren de sosyal medyanın bu yeni yüzü. Bugüne değin öfkeyi sünger gibi emen, ateşi küllendiren sayfalar, artık öfkeyi güçlendiren, ateşi harlandıran sayfalar oldular. Bu değişim kuşkusuz bir günde olmadı, bu bir süreçti ve dünden bugüne gelindi.  'Gezi Ruhu' böylelikle oluştu. 

İyi mi, kötü mü, siz karar verin.





Aysel Korkut