27 Temmuz 2013 Cumartesi

ÇÜRÜ-T-ME


ÇÜRÜ-T-ME

“Ezilenlerin Pedagojisi”nde Paulo Freire, “Mücadelenin başlangıç aşamasında ezilenler, hemen-hemen her zaman özgürleşmeye çabalamak yerine, kendileri de ezenler veya ‘alt-ezenler’ haline gelme eğilimindedirler.” der.
Cumhuriyet yönetiminin yarattığı ayrıcalıklı kişi ve kurumlar ve laiklik ilkesinin cemaatler üzerinde yarattığı baskılar tarafından ortalama seksen yıl boyunca ezildiklerini dillendiren ‘mücadeleci’ kadro şimdi işbaşında.  Bu kardeşlerimiz, Paulo Freire’nin savını doğrulayarak kendilerini ‘ezilen’ olmaktan çekip çıkartmış  ‘ezen’ olma sürecine girmiş; ezilen mağdur kişi kostümlerini, ezen, aynı zamanda da güçlü ve haklı kişi kostümüyle değiştirmişlerdir. Çünkü şimdi erk asaları ve para muslukları ellerindedir.
“Ezen ve ezilen arasındaki ilişkinin temel öğelerinden biri kural belirlemedir (prescription). Her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir, bu da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir bilince dönüştürür. Kısacası ezilenlerin davranışı belirlenmiş davranıştır; ezenin ilkelerini izler.” P.F
Yöneticilerimizin, şimdilerde, çeşitli torbalara koyarak bütün kamu emekçilerine dayattıkları yasalar, yasaklar ve kurallar, Paulo Freire’nin bu tespitiyle örtüşmektedir.  Ezenlerden çok şey öğrendiklerine ve ezen olma yolunda epey yol kat ettiklerine göre bu yasakçı kuralların, insan onurunu zedeleyen uygulamaların, meslekleri yerle bir eden yaklaşımların devamı da gelecektir. Şu anda yaşananlar sadece başlangıçtır. Üstelik toplumu kökten çürümeye götüren bir ilerleyişi bulunduğu için de bu gidişat son derece tehlikelidir.
İktidar, ezen olma rolünü en fazla ve en ağır biçimde aydınlar, sanatçılar ve alanı doğrudan insan olan meslek erbapları üzerinde oynamaktadır. İktidarda belirgin bir aydın düşmanlığı, almış başını gitmektedir. Ekranlardan bizlere, bu iktidarın bilgiye, sanata, bilime tahammülü yokmuş gibi bir görüntü yansımaktadır. Kim ki bir meslek sahibi, kim ki insan için çalışıyor gün boyu, kim ki kendilerinden daha bilgili veya yetenekli, ona düşman olunmaktadır. Törpüleme çabaları, sindirme politikaları, aşama aşama ilerleyip toptan yok etme haline dönüşmektedir.
Dışarıdan doktor getirmekle tehdit edilerek çalışma koşulları performansa bağlanan doktorlar için insan, vakti zamanında tıp fakültelerini tutturamamış ve doktorluk eğitimi alamamış yöneticilerin gazabına mı uğruyorlar acaba diye düşünmeden edemiyor. Ki bu yöneticiler, vakti zamanında hukuk da okuyamamışlar olabilirler. Ve sanki askeriyeye de kabul edilmemiş gibi bir hâl içindeler.  Ayrıca öğrenciyken öğretmenlerinden ceza almış olmaları da çok mümkün. Malum eskiden eğitimde ödül-ceza uygulaması yaygındı. Günümüzde ise öğretmene ceza uygulamaları yaygınlaştı.
Şimdi, yüksek puan alıp tıp fakültelerine girememe -o kapasiteye sahip olamama- hırslarını doktorlardan; hukuk okuyamama hınçlarını Danıştay’dan Yargıtay’dan, hâkimlerden, savcılardan;  askeriyeye kabul edilmemelerinin veya oradan uzaklaştırılmalarının acısını komutanlardan;  sınıfta ceza almış ya da yıllarca sınıf köşelerinde silik, sinik kalmış olmalarının öcünü öğretmenlerden mi alıyorlar diye soranları yadırgamıyor insan. Çünkü bütün bunların yaşanmış olması pekâlâ da mümkün gerçekten.
Bütün sosyolog ve psikologları bu konu hakkında ayrıntılı araştırma yapmaya davet ediyorum.  Zamanında, hastane, mahkeme, okul, askeriye gibi kurumlarda çalışan kişiler tarafından ezilmiş, sözle veya davranışla aşağılanmış olabilirler mi bu insanlar?  Yoksul ya da eğitimsiz oldukları için bu kişilerin çalıştıkları kurumlara gittikleri zaman kendilerini ezik mi hissetmişler? (Birçoğumuz yaşamışızdır o duyguyu aslında ama öç almaya kalkışmamışızdır. Acaba bunu yaptıran erki elinde bulunduruyor olmak mıdır?)  Yoksa her meslekte rastlanabilen, hani, o mesleğin yüz karası kişilerle mi karşılaşmışlardır?  Soruları çoğaltabiliriz. İşte bu sorularda geçen durumlar yüzünden öfkelenmiş, öfkelerini biriktirmiş, kinlenmiş ve şimdi bu öfkeyi-kini mi kusmaktadırlar, ekmeklerini özellikle de beyinleriyle kazananların üstüne üstüne?
Ülkede hiçbir kuruma, hiçbir mesleğe, hiçbir kişiye saygı kalmadığı görünen bir gerçek.  Eskiden, hiç kimseye olmasa bile yaşlılara saygı gösterilirdi. Artık, yazık ki o bile yok. Güzelim memlekette herkes birilerine saldırı halinde, birbirine düşman yaşayıp gitmekte. Halk öğretmene, doktora, hâkime, savcıya, askere düşman ediliyor. Bizzat en yetkili ağızlar tarafından hedef olarak gösteriliyorlar bu insanlar. Gün geçmiyor ki hasta yakınları tarafından dövülen bir doktor ekranlara çıkmasın; velileri tarafından hırpalanan öğretmenler, spikerler tarafından sorgulanmasın; maaşına zam isteyen emekçiler, “Aldığına şükret! Ne gözü doymaz insanlarsınız!” diye azarlanmasın; bilim insanları aşağılanmasın, hırpalanmasın; karşı duruş sergileyenler sabaha karşı toplanıp içeriye tıkılmasın…
Belli bir kesimin darbe beklentisi içine girip darbe yanlısı konuşmalar yaptığı ve Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde e-muhtıra olarak nitelendirilen yazıyı yayınladığı günlerden sonra bir yetkilinin hükümet adına, “Senin maaşını ben ödüyorum. Benden habersiz darbe yapamazsın.” anlamına gelen,  “Genelkurmay Başkanlığı, hükümetin emrinde, görevleri anayasa ve ilgili yasalarla tayin edilmiş bir kurumdur. Anayasamıza göre, Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan'a karşı sorumludur.” diye başlayan bir açıklamayla ekranlara çıkmasının hemen ardından halk arasında yükselişe geçen “Senin maaşını ben ödüyorum.” ifadesi büyük küçük herkesin diline pelesenk olmuştur.
Şimdilerde beyaz yakalılara karşı kullanılan en gözde cümle, işte bu “Senin maaşını ben ödüyorum.” cümlesidir. Aldığının yarısı vergi olarak kesilen beyaz yakalılara reva görülen bu cümle, aynı zamanda bu mesleklerin altını oyan bir makine işlevi de görmekte, toplum gözünde bu meslekleri değersizleştirmektedir. Bunların altında yatan neden, insanları doktor yerine üfürükçüye, okul yerine bizzat kendilerinin yaygınlaştırdıkları kurslara mı yönlendirmektir acaba?
Toplumun her katmanında, gözle görülür bir değer yitimi var, evet. Herkes herkese dilediğini söyleyebilmekte, veliler öğretmen veya müdürle mahalle kavgasına tutuşur gibi tartışmakta, daha da beğenmezlerse öğretmeni dövmekte, daha daha fenası yol ortasında öldürebilmektedirler. Keza doktorlar veya avukatlar da aynı saygısız ve kaba muamelenin kurbanı olabilmekte, çok uzak olmayan bir tarihte yaşandığı gibi, girilmesi bir hayli zor olan bir kuruma girip yargıç öldürebilmekte, sonra da suçu, varlığı hâlâ vücut bulmamış olan söylenti bir örgütün üstüne yıkabilmektedirler. Böylesi olaylar, adaletten umudun kesildiği toplumlarda yaşanan olaylardır. Adaletten umut kesildiğinde herkes kendi hakkını aramaya, cezayı kendisi vermeye kalkar. Bizde adaletten umut kesmenin yanı sıra bir de halkı bizzat böyle davranmaya teşvik yaşanmaktadır. Bu teşvik, içinde sık sık argo ifadelerin geçtiği cümleler, belden aşağı vurmalar ve kabadayı söylemleriyle oluşturulan üst rol modelle de desteklenmektedir.
Bu değer yitimi toplumun her katmanında var olduğuna göre, herkes herkese dilediğini söyleyip dilediğini yapabildiğine; özgürce kabalaşabildiği ve ceza hesabını kendisi kapatabildiğine göre, ileride kimin ayağına neyin dolaşacağını kestirebilmek de aslında oldukça güçtür. İnsan, gün gelir kendi kazdığı kuyuya kendisi düşebilir.  Tarih, ders almak isteyenler için ibretlik belgelerle doludur ve değerlerini yitiren toplumların ne zaman ne yapacaklarını kestirmek mümkün değildir.

Uygulanan bu bilinçli önemsizleştirme politikasında pek çok mesleğe karşı saldırı yaşanırken polislere şartsız bir teslimiyetin varlığı dikkat çekmektedir. Onlara kimse “Senin maaşını ben ödüyorum.” deme cesaretini henüz gösterememiştir. Bu durum, yönetenlerin hedefinde polislerin bulunmadığı düşüncesini doğurabilir. Kendi polis devletini oluşturan hükümetlerin, polisinin saygınlığını ayaklar altına atmaması, bu anlayıştaki yönetimler için normaldir de zaten. Ayrıca, orantısız güç kullanmayı seven polislere bu cümleyi söylemek de kuşkusuz deli cesareti gerektirmekte ve şimdilik bu cesareti kimse gösterememektedir.
“Gerçek yüce gönüllülük, sahte yardımseverliği besleyen nedenlerle mücadelenin ta kendisidir. Sahte yardımseverlik, korku içindekileri, boyun eğdirilmişleri, “hayatın reddedilmişleri”ni,  titrer ellerle avuç açmak zorunda bırakır. Gerçek yüce gönüllülük bu ellerin -ister bireylere, ister halklara ait olsunlar- yardıma, giderek daha az gerek duymasını, iş gören ve dünyayı dönüştüren insan elleri haline gelmesini sağlamaya çalışmaktan geçer.” der Paulo Freire, yine “Ezilenlerin Pedagojisi”nde.
Fakat günümüzde bu yüce gönüllülükten söz etmek olanaksızdır. Çünkü oy getiren bir yöntem olarak sahte yardımseverlik pek revaçtadır. Vatandaşını avuç açmak zorunda bırakan yöneticiler de avuç açan vatandaş da bu toplumsal çürümenin görünür nesneleri olmuşlardır. Bu uygulama, belli ki yoksulu düşünmekten çok toplumsal patlamaların önüne geçme ve çirkin bir oy toplama uygulamasıdır. Patlamaları önleyebildiği, sandıktan oy getirebildiği sürece de yönetenlerin baş tacı olacaktır.
Toplumu alttan alta oymanın bir başka aracı da sanatın gözden düşürülmesi çabalarıdır. “Vücudu besleyen yiyecek, ruhu besleyen sanat, aklı besleyen felsefedir.” demiş birisi, çok da güzel söylemiş. Okullardaki felsefe dersleri 12 Eylülden sonra neredeyse sıfıra indirildi. O günden sonra akıllarımızı besleyecek bir felsefemiz hiç olamadı.  Öyle ya, aslında ne gerekti bize akıl beslemek… Düşünen toplum, yöneticilere sorun çıkartan toplumdur, kendisine dayatılana körü körüne razı olmayan, soran- sorgulayan, itiraz eden, isyan eden toplumdur.  Bu, hangi yöneticinin işine gelir ki?
Şimdi de ruhlarımızı besleyen sanat, ellerimizin arasından kayıp gitmekte. Faili meçhul ölümlerle, 17 yaşındaki çocuğu idam etmesiyle, göz yumduğu veya bizzat yaptırdığı işkencelerle binlerce insanın ahını almış, nefretini kazanmış olan Evren’in, tarihin birinde bir nü resmin üstünü örttürmesi benzeri olaylar şimdilerde daha yoğun bir biçimde yaşanmakta. Karikatürler mahkemeye verilmekte, tiyatrolar kapatılmakta, heykeller yıktırılmakta, dünyanın hayran olduğu sanatçılar tu kaka ilan edilmekte… Tiyatro izleme terbiyesi almamış ya da istediği halde çeşitli sebeplerle alamamış bir genç kızın, oyun sırasında yüz elli polisin koruması altında sakız çiğnemesi ve bunun sonucunda, kendisine yöneltildiğine inandığı eleştiriye katlanamaması… Daha sonra da hoşnutsuzlukla salonu terk etmesi;  bir bakana, hem de sanatı ve kültürü savunması gereken bir Kültür Bakanı’na, Devlet Tiyatroları gibi bir kurumun kapatılabileceği sözünü söyletmekte… Birileri sorumu yanıtlasa ne iyi olur: Bütün bunlar çürü-t-me değilse nedir?
Bir süreden beri aileler ya da eski eşler, kadınları sokak ortasında öldürmeyi hak olarak görmektedirler.  Gün yok ki bir kadın cinayeti yer almış olmasın haberlerde. Cumhuriyet yönetimlerinin, bir miktar da olsa törpülediği töre cinayetleri son birkaç yılda tırmanışa geçmiştir. Gerçi bu yeni bir durum değildir ama olayların tırman-dırıl-ması toplumsal çürü-t-meyle yakından ilişkilidir.  Hüseyin Üzmezlerin önemli insan addedildiği, tecavüz vakalarında cezanın tecavüzcü yerine mağdur kadın ve çocuklara kesildiği zamanlardan geçmekteyiz. Çocuklara gözaltında kötü muamele edildiği, kaçırıldığı, öldürüldüğü bir ülkede yaşamakta ve hep birlikte çürümekteyiz.
HES projesi kapsamında ülkenin su rezervleri yok edilmekte, o bölgelerin bitki örtüsü öldürülmekte. Bütün dünyanın terk etmek için çalışmalara başladığı nükleer santralleri ülkemize kurmak gibi çılgınca projeler üretilmekte. Binlerce yıllık tarihi eserlerin üstüne, Aiaoni’de olduğu gibi beton dökülmekte. Yeni rantiyeler yaratmak ve köşe başlarını tutmuş kişileri daha da semirtmek için, zaten aklı iyice karışmış olan doğal döngüyü tamamen allak bullak edebilecek bir boğaz projesi düşünülmekte.
Bunların tümü akla zarar şeyler aslında, ama sunum öyle göz boyayarak yapılmakta ki iyi niyetli halkımız, çevresinde olup bitenlerin yararlı şeyler olduğuna inanmakta. Kaldı ki insanımız bütün vaktini televizyon karşısında geçiren, ekranlardaki şiddeti, oradaki ahlak çöküntüsüyle birlikte içselleştiren, iyi niyetini ve masumiyetini her gün biraz daha kaybeden, cin fikirli, çıkar düşkünü, üç kuruş için en yakınını feda edebilir insanlar olup çıkmakta.  Kitap okuyana pek sık rastlanmıyor.  Ezkaza rastlarsanız ona-onlara sıkı sarılın.
28.04/ 14.05.2011
Aysel Korkut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder