27 Temmuz 2013 Cumartesi

METROBÜS KÜLTÜRÜ - ÖYKÜ

Metrobüs Kültürü 

Sevgili Belediyemiz, İstanbul’a yepyeni bir kültür kazandırdı; aslında hakkını yemeyeyim, Belediyemizin İstanbul’a kazandırdığı yepyeni kültür sayısı bir hayli fazla ama bu sonuncusu özellikle ve öncelikle yazılmaya değer; çünkü zaten hakkını yememe kaygısına düştüğüm bütün diğer yeni kültürleri de az buçuk içinde barındırıyor. Adı mı, adı Metrobüs Kültürü…

Başlayalım efendim yolculuğumuza Söğütlüçeşme’den ve anlatalım sürçü lisan etmeden:

Eğer, önüme geçen insan irisi delikanlı, yana kaydırdığı kocaman sırt çantası ve o yetmezmiş gibi iki tarafa yaydığı iki dirseğiyle, arkasında kalan beni bir oturak kapmaktan mahrum bırakmazsa saniyelerle yarışımı galip bitirebileceğim. Oh, neyse karar verdi! Sol taraftaki pencere suiti kapılınca, onun yanındaki koltuğu beğenmeyip sağdaki koltuğun pencere dibini seçti. Tam onun yanına oturayım derken ve oturmak için popomu koltuğa yerleştirmeye çalışırken başka bir popo benden önce davranıp oraya yerleşiverdi. Yaş gelmiş dayanmış elliye, yer kapmak için delikanlılarla mücadele etmek zor tabii haliyle, eh, böylelikle kaldım ayakta…

Yol uzun mu uzun, delikanlılar da çok yorgun çocuklar, bana “Ne diye ortalıkta yer işgal ediyorsun hanım teyze, gidip evinde pineklesen ya, ne halt etmeye sokağa çıkıyorsun da insana vicdan yaptırmaya çalışıyorsun!” der gibi kötü kötü baktıktan sonra hemen uykuya geçtiler. Kulaklarında kulaklık takılı, ninni dinliyorlar sanırım, bu kadar hızlı uyuduklarına göre.

Ben bir yandan gençleri izlemekte, bir yandan da tam oturmayı başaracakken o güzelim koltuğu bir başka popoya nasıl kaptırdığımı düşünmekteyim. Aslında anlamak zor değil, metrobüste kapının sürüsüne bereket, bir kapıdan girip de koltuk kapabilmek için kesinlikle içeriye atlayan ilk kişi olmalısın. Değilsen ara yerde kaldın demektir. Çünkü önündeki zat, hasbelkader ağır davranışlı birisi ise öbür kapıdan gelen hızlı davranışlı kişiler çoktan yerleşmiş oluyorlar koltuklara. Koltuklar dediğin de zaten o koskocaman metrobüste, saysan kırkı geçmezdir.

Neyse, Boğaz’ı geçiyoruz ya manzarayı izleyip mutlu olmaya çalışıyorum kendimce, malum serde Pollyannacılık var az buçuk. Şimdikilerin ‘sersem kız’ dedikleri Pollyanna, bizim için dünya iyisi, tatlı bir yaratıktı vakti zamanında. “Ohhh!” diyorum içimden “Şu manzaraya bak, ne güzel! Gel keyfim gel! Sağda diğer köprü ve Boğaz, sol uzakta Marmara. İstanbul ışıklar içinde… Yaşamak güzel şey be kardeşim!”

Boğaz Köprüsü bitip de sonraki durakta insanlar inmeye başlayınca koltuklar boşaldı. “Aman Tanrı’m hemen oturayım!” dedim. “Ne mutlu bana! Birden bire bir sürü koltuk sahibi oldum.” Fakat yol orada bitmeyebilir ama o yolculuk bitmişmiş. Herkesin, hurra, kapılara hücum etmesi o yüzdenmiş. Ben de indim çaresiz. Çünkü bu, “Vatandaşların hayatına renk gelsin, hareket gelsin, garibanların koşuşturmaktan oyun oynamaya vakitleri olmuyordur, bir yolculukta bir değil iki kez koltuk kapmaca oynayıp adrenalin salgılasınlar, iki otobüs arasını koşarak bir de spor yapsınlar, streslerini atsınlar.” diye düşünülerek olsa gerek, sevgili belediyemizin icat ettiği bir aktarmacılık vaziyeti imiş.

Tabii haliyle ben de maratonculara katıldım. Ama iğne atsan yere düşmez, öyle kalabalık bir koşu bu. Ayağın takılıp düşecek olsan, ipini koparmış İspanyol boğalarının saldırısına maruz kalmış insanlar gibi üstünden gelip geçecekler bir anda. Kırılmadık kemiğin de kalmaz maazallah, dikkatli olmak lazım.

Hayırlısıyla öbür metrobüsün kalkacağa yere vardık. İnsanlar belli yerlere kümeleşiyorlar nedense. “Dur!” dedim kendi kendime, “Şöyle uzaktan bakıp olayı çözeyim. Nasıl binilir, nasıl inilir bu meret şeye, bir iyice öğreneyim. Sonra şansımı denerim. Yol epey uzun, belki bu kez bir yer kapmayı başarırım.”

Oracıkta bir büfe var, önünde de üç masa, üç beş de sandalye… Oturdum sandalyelerin birine, bekliyorum. Gözlerim de gelip giden metrobüslerde. Bir metrobüs geliyor, kapılarını açıyor ve kapıların açılacağının tahmin edildiği yerlere yığılıp bekleşen insanlar, saniyesinde koltuklara oturmuş oluyorlar. Saatime baksaydım keşke bir metrobüsün dolması kaç saniye sürüyor diye, ama bakmayı akıl edemedim. Sonradan çok pişman oldum. Buradan çıkabilirsem ve kısmetse, tekrarında bakarım artık. Neyse efendim, gözlerim el fecir okuyarak insanları tararken az buçuk öğrendim nasıl bineceğimi, nasıl koltuk kapacağımı, insanları çift dirsek metoduyla nasıl saf dışı bırakacağımı. Ayrıca ilk kapı yerinde durmanın pek akıllıca olmadığını da öğrendim. Akıllıca değil, çünkü içeriye geçiş yerinin mesafesi, ikinci kapınınkine göre daha uzun. İkinci kapıdan girmeyi başarmışsan iyi kötü bir koltuk kapma şansın var, ama ilk kapıdan girdinse, sen o mesafeyi aşana kadar koltuklar tükenmiş oluyor ve sen havanı alıyorsun.

“Bu kadar tecrübe yeterli.” dedim ve ikinci kapı yerine gidip sıraya girdim. Metrobüs geldi. Birkaç kişi içeriye girdi, önümdeki aile, kapıya aile duvar örüp birer dikilitaş olarak kaldılar. Onları geçip de içeriye girebilene aşk olsun. Giremedim haliyle. Üstelik içeri girmek için ivmelenmişken, onlara çarparak bir de kaza atlatmış oldum. Bu yeni kültürde kimse, hiçbir için şey kimseden özür dilemiyordu, ben de dilemedim. Hem zaten sinyal vermeden zınk diye önümde duran onlardı, ben değildim ki. Bir şey diyecek olurlarsa diye savunmaya çekildim ve gardımı alıp laf dalaşına hazırlandım. Neyse ki sonraki metrobüs geldi de onlar hemen binip yerleştiler, benimle dalaşacak vakitleri olamadı. Ben mi? Ben enayi miyim bineyim de yersiz kalayım, bu kez de ben zınk diye durdum tam kapının önünde. Çarpan olursa olsun, metrobüsün önüne düşmem nasıl olsa. Şimdi en öndeyim, yeter ki metrobüs gelsin, bu kez kesinlikle bir koltuk kaparım. Bu kadar talimi boşuna mı yaptım ben?

Evet, zil çaldı, metrobüslerin biri gitti, diğeri geldi. Pavlov’un köpeği gibi gözlerimizi kapıya dikip yalanmaya başladık. Kapılar açıldı. Anlık bir fırlayışla mal bulmuş magribi misali daldık içeriye. Ama o da nesi? Bütün koltuklar dolmuş. Ya hu ne zaman dolmuş? Sadece bir tekli koltuk var sol tarafta. Gözüm dönmüş bir halde atladım koltuğun üstüne, sağdan yaklaşanı bir dirsek darbesiyle saf dışı bıraktım… Oh be! Oturdum.

Oturdum, ama kahrolmayasıca okur-yazar beynim bu yolculuğu ince ince yazmaya başladı. Bir yandan da kendi kendine iltifat yağdırmaktan geri durmuyor: Vay beh, sen neymişsin böyle! Sonunda başardın işte, artık bir koltuğun var! Bravo sana! Bir kıytırık metrobüs kültürünü mü öğrenemeyecektin sen? Başardın işte! Yehooo!”

Bir yandan kendime iltifat yağdırır bir yandan da son yarım saat içinde olan biteni aklımdan geçirirken beni bir gülme aldı: Kıkır kıkır kıkır… Acaba bir gören var mı diye etrafa bakacağım ama bakmaya korkuyorum.

İçime bir kaygı düştü: Bu galibiyetin sonu iyi bitmeyecek galiba. Ama gülmemi durduramıyorum. Kolumla ağzımı burnumu kapattım, camdan dışarı bakıp içeriyi görmeye çalışıyorum. Karşımdakinin yanında oturan ve yeni doğmuş fil yavrusu kıvamındaki delikanlı tuhaf tuhaf beni izlemekte. Yandık! Artık gülmesem bari… Bütün vücudum sarsılıyor kıkırdamaktan. Fil yavrusunun yanındaki ezik bakışlı melankolik adam beni görmemeye çalışıyor. Ama elinde değil, görüyor, istese de görüyor, istemese de görüyor, öylesine burun buruna oturuyoruz ve ben öyle kıkır kıkır kıkır gülmelerdeyim ki... Omuzlarım sarsılıyor. Öksürüyormuş görüntüsü vermeye çalışıyorum ama ne çare ki gözlerimin içi gülüyor. Öyleyse gözlerimi saklayayım falan derken birisi bağırmaz mı, “Buradaki hanım teyze tırlattı şoför bey!”

Metrobüsü durdurdular. Beni o durakta indirdiler. Başıma metrobüs görevlilerinden birini diktiler. Sonra da çekip gittiler. Bin bir zahmetle bindiğim metrobüsün ardından öylece bakakaldım. Gülme krizim de geçmişti. Fakat o sırada birisi de bir yerleri aramış olmalı ki sirenlerini çala çala bir ambulans yanaştı durağa. Bakırköy Ruh ve Sinir’i işte böyle boyladım, ama değdi doğrusu, kolay mı, kısa günün kârı, metrobüs kültürünü öğrenmiş oldum. Buradan çıkmak mı? Ah işte onu henüz öğrenemedim…

Aysel Korkut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder