27 Temmuz 2013 Cumartesi

KONUŞMA

6 MART 2011 EĞİTİM-SEN İSTANBUL 1 NO'LU ŞB. OLAĞAN GENEL KURULU

Sevgili Arkadaşlar, 
Prokrustes yatağı adıyla anılan bir simge var, duymuşsunuzdur. Yunan mitolojisinin efsane kişilerinden birisi olan eşkıya Prokrustes’in kendi boyuna uygun demir yatağıdır aslında bu ve Prokrustes, herkesin boyunun bu yatağa uygun olması gerektiğine inanmıştır.

Efsane bu ya, Prokrustes yoldan gelip geçenleri durdurup bu yatağa yatırır ve boyunu ölçer; kısa gelirse, boy yatağa eşitlenene kadar adamcağızı çekip uzatır, uzun gelirse ayaklarını kesip yatağa göre kısaltır; böylelikle de herkesi ideal uzunluğa getirmiş olurmuş.

Prokrustes’in bu mantığı daha sonraki yıllarda, özellikle de düşünce alanında sıkça görülmüş ve dinden, toplumdan, örgütten ayrı düşenler ya da çoğunluğun ortak fikrine aykırı olmayı göze alanlar Prokrustes yatağına yatırılmıştır.
Güneş’i evrenin merkezi kabul ettiği için Bruno'nun kazığa bağlanıp yakılması;
Galileo’nun engizisyon tarafından, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü iddiasını geri almaya zorlanması;
Tanrı’nın bütün niteliklerinin insanda, insanın bütün özelliklerinin Tanrı’da olduğunu savunan Hallacı Mansur’un asılarak, yetmedi ölmüş bedenine işkence edilerek öldürülmesi;
Orta Çağ Avrupa’sında cadı avı safsatasıyla yakalanan kadınların ateşte cayır cayır yakılırken çoluk çocuk herkes tarafından seyredilmesi ve bundan gizli bir zevk alınması;
Ülkemizdeki Alevilerin Kahramanmaraş’ta ve Çorum’da toplu bir cinnetle yok edilmeye çalışılması, Sivas’ta otuz yedi aydının sadece orada bulunan yobazlar gibi düşünmedikleri için yakılmaları;
Ülkemizdeki kadınların, eşleri veya ailelerinin kurallarına göre yaşamaya razı olmadıkları için töre adlı bir cehalet tarafından sokak ortasında kurşunlanmaları, bıçaklanmaları; olmadı mı, kendi kendilerini asmaya zorlanmaları…
Örnekleri sonsuz uzatabiliriz yazık ki, bunların hepsi birer Prokrustes yatağı gerçeğidir.
Bu yazıyı yazarken Prokrustes yatağı fikrini Muzaffer Oruçoğlu’ndan, bilgilerin bir kısmını da Aziz Çelik’ten aldım. Aziz Çelik, makalesinin bir yerinde kendisine tamamen katıldığım şu sözleri de söylemiş, sizlere aktarmak istiyorum izninizle:
“Prokrustes’in yatağı 20. yüzyılda sola ve komünistlere karşı yoğun bir biçimde kullanıldı. McCarthy soğuk savaşın başlarında ABD’de solculara karşı bir cadı avı başlattı ve aralarında pek çok yazar ve sanatçının da bulunduğu çok sayıda insanı Prokrustes yatağına yatırdı. Muhalif düşünceye yönelik tek biçimlileştirme bir mecaz olmanın ötesinde ete kemiğe büründü; fiziki imhaya dönüştü pek çok ülkede.

Ancak Prokrustes yatağı en trajik halini aynı yolda yürüyen yolcuların birbirlerini bu yatağa bağlamalarıyla aldı. En beklenmedik, en hazin ve en acısı aynı yolda yürüyenler arasında yaşandı.”
Bizim durumumuzu anlatıyor sanki değil mi? Yazık ki bizler de kendi örgütümüz içinde Prokrustes yatakları oluşturmaktayız evet.
Çokseslilik güzeldir, harika müzikler yaratır, izleyicilere kaliteli müzik dinletir; bilgili insan herkes gibi düşünüyorsa, aslında düşünmüyor demektir ve aydın da değildir, olsa olsa bilgi küpü bir entelektüeldir. İçimizde çok donanımlı entelektüeller olabilir; ancak bizim, kendisine dayatıldığı gibi düşünmeyen zihni açık öğretmenlerimiz, kitlemizin asıl aydınlarıdır. Aydını çok olan bir kitlede de çok fazla bölünüp parçalanmalar olması normaldir. Fakat burada tam da bir paradoksa dönüşen şey, farklı düşünceleri yüzünden farklı gruplar oluşturan bizlerin, kendisinden olmayana “öteki” gözüyle bakıp onu Prokrustes yatağına yatırmaya kalkması, ona karşı neredeyse düşmanca yaklaşımlar geliştirmesi ve veya kendisinden olmayanı görmemesi, görmezden gelmesi, ötelemesi, yok saymasıdır.
Ben, doksanlı yılların başından beri Eğitim-Senli olan yirmi beş yıllık bir öğretmenim. Genel Kurul zamanlarında hep delege adayı olurum ancak bir gruba dâhil görülmediğim için kimse beni seçmez. Bu kez nasıl olduysa seçildim ve buraya geldim. Ve gelebilmişken kürsüyü kullanmak istedim. Çünkü söyleyecek sözlerim vardı.
Ben, öğretmen olmanın yanında aynı zamanda bir yazarım. Çocuk kitapları yazıyorum. Ders kitaplarınızda benim kitaplarımdan alıntılar okutuyorsunuz zaman zaman öğrencilerinize, ama beni tanımadığınız için o metnin, sizin sendikalı bir arkadaşınıza ait olduğunu da bilemiyorsunuz haliyle. Sonra her yıl, bin bir özveriyle Tüyap’a öğrencilerinizi getiriyorsunuz, stantları dolaşıp öğrencilerinizin kitap seçmelerine olanak sağlıyorsunuz, ama oradaki stantların birinde sizin örgütünüzden, yani sizden bir yazarın bulunduğunu ve sizin öğrencilerinizin yaşına uygun kitaplarının olduğunu yine bilmiyorsunuz. Geçerken görseniz bile “herhangi bir yazar” oluyorum sizler için. Bunları üzülerek söylüyorum… Çünkü sadece sizlerin değil yazık ki sendikamın da bundan haberi yok. Sendikamın haberi yoksa üyeleri nereden ve nasıl bilecekler ki?
Kendimin de farklı bir açıdan da olsa bir Prokrustes yatağı kurbanı olduğumu düşünüyorum. Çünkü herhangi bir grubun içine dâhil olsaydım, şimdi o grubun bütün üyeleri beni tanıyor olacaklardı. Oysa ben, örgütümün içinde kendim olmayı seçtim ve yalnız kaldım; ötelendim, görülmedim, görüldüysem de yok sayıldım. Ta ki bu genel kurula delege seçilene kadar. Ne zaman ki delege seçildim, arkadaşlar benim farkıma vardılar. Yazar olduğum da çabucak öğrenildi. Şimdi hangi grubu destekler ve bunu kendilerine söylersem o grup bu yazar öğretmene sahip çıkacak. Diğerleri bana karşı yine Prokrustes yatağını kullanacaklar. Yaman zor bir durum…
Ama neden? Aynı yolda yürüyen bizler, kendi yolcularımızı neden o yatağa bağlıyoruz? En yakındakinin en küçük farklılığına neden tahammülsüzlük gösteriyoruz? Farklılık bağışlanamaz bir ihanet midir ki bunca dışlanır benzer düşünen ama aynı gruptan olmayan insanlar?
Bizler değil miyiz çoksesliliği savunan? Bu nasıl bir ikilemdir ki çoksesliliği oluşturanları iç rahatlığıyla dışarıda bırakırız veya öteleriz “öteki” saydıklarımızı sıkılmadan? Ve sadece bizdendir diye, böyle bir örgütün içinde kadın taciz edenleri dahi sumen altı etmeye çalışır ve hatta savunabiliriz zaman zaman? Asıl savunmamız gereken tacize maruz kadını karalamayı nasıl seçebiliriz?
Prokrustes yatağını yok etmeliyiz bu örgütte arkadaşlar. Yoldan geçen yolcuların sayısı azaldı son yıllarda biliyorsunuz. Örgütümüz güç kaybetti. Çünkü biz, kendi içimizde kendi kendimizle uğraşır, bizim gibi düşünmeyen yolcuları Prokrustes yatağına yatırırken, kimini çekip uzatmaya, kiminin ayağını kesmeye çalışırken, üyelerimizin sorunlarına çare olmaktan, sorunlara çare aramaktan çok uzak düştük.
Elimizi yüreklerimize koyup düşünelim, bizim sorunumuz birbirimizle mi, yoksa bizi top yekûn ezmeye çalışan güçle midir? Onurumuzu kırdılar diye TTB eyleme gidiyor. Bizim onurumuz yıllardır ayaklar altına alınıyor, ikinci bir iş yapmayan öğretmen ailesine bile bakamıyor, bu onuru kurtarmak için biz ne yaptık, ne yapıyoruz? Hangi eyleme giderken öncelikli sorunumuz onurumuzu korumak oldu? Hangi eylem kararını, öğretmenin ihtiyacını kitlenin bizzat kendisine sorup danışarak aldık? Hangi eylemi tabipler gibi güçlü bir iletişim geliştirerek örgütledik?
Gruplar etrafında toplanıp birbirimizle uğraşmaya devam mı edelim arkadaşlar, yoksa bütün çok sesliliğimizle, tek vücut halinde hareket ederek gerçek bir yurttan sesler korosu oluşturup Anadolu’nun türkülerini mi söyleyelim? Ya da bütün çok renkliliğimizle yağmurlardan sonra gökyüzünü şenlendiren gerçek bir gökkuşağı mı olalım?
Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman nitelikçe çoğalır ve sahiden örgütlü, yere sağlam basan ve yürüdüğünde toprağı titreten bir güç oluruz yeniden. Evet, neden olmasın? Bunu bu kurulda neden denemeyelim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder